James Blake’in “Limit To Your Love”
cover’ını dinlediğim gün, bu adamın yapacağı her işi takip edeceğimi
düşünmüştüm. Gerçekten o dönemler kafamdan geçen müziğin çok klasik bir
örneğiydi. Bir cover olmasına rağmen orijinalini aratmıyor, hatta ortaya bambaşka
bir şarkı çıkarıyordu. James Blake tüm şarkılarını kendi yazıyor, çalıyor,
söylüyor olsa da, bunların hiçbirini mükemmel yapmıyor aslında. Onu
benzerlerinden özel yapan şey, elektronik müziği bir yandan inanılmaz sade, ruh
dolu şekilde icra ediyor olması. Kendine özgü bir atmosfer yaratabiliyor ve
gerçekten kendinizi onunla aynı odada oturuyormuşsunuz hissine büründürüyor.
Daha önceki 2 albümü “James Blake” ve
“Overgrown” birbirinden ilginç şarkılar barındırıyordu. Ama bu iki albümü
birbirine oldukça yakın, hatta birbirinin devamı gibi görüyorum. “Overgrown”u
dinlediğimde aynı güzel müziğin değişik çeşitlemeleri olarak düşünmüştüm. One
Love’da 2 sene önce canlı dinlemek ise oldukça etkileyici bir tecrübeydi. Bu
sene benim çok sevdiğim ve blogumda da bahsettiğim iki isimle çalıştığını
öğrenince heyecanlandım. Bunlardan biri taze albüm çıkarmış olan Frank Ocean.
(Albümleri Endless ve Blonde’un eleştirilerini okuyabilirsiniz.) Diğer ise
albümün ilk single’ı “I Need A Forest Fire”ı beraber besteleyip söylediği,
yakında albümüne kavuşacağımız Bon Iver. (Albümü 22, A Million’ın ön
incelemesini ve yeni şarkı 33 GOD’ı okuyabilirsiniz.) Blake normalde kendi
müziğine dışarıdan gelecek etkilere karşı hassastır. İlk iki albümde beraber
çalıştığı kişi sayısı o kadar az ki, tam bir singer/songwriter hassasiyeti ile
bu izolasyonu korumaya çalıştığını düşünmüştüm.
Blake, kendini tekrar etmemeye yemin etmiş
belli ki. Çünkü bu albüm ile beklentilerimin dışında bir iş ortaya çıkarmış. Ve
ben bundan oldukça memnun kaldım. Öncelikle şarkılar değişmiş, şarkı yazımı
derinleşmiş ve eski acı tatlı elektronik minimalizmi terketmiş. Epey karmaşık
ve değişik denemeler yapıyor. Her birinde başarılı olabiliyor mu, orası
sorgulanır belki. Ama bu sefer “I Hope My Life (1-800 Mix)” gibi kitsch bir
sample ile ilerleyen ya da “Always” gibi zorlayıcı düzenlemeleri olan şarkılara
yer vermiş. Albümün en güzel anları bunlar olmasa da, kesinlikle en şaşırtıcıları
bunlar. Albümün bitiş şarkısı “Meet You In Maze” bu açıdan altı çizilmesi
gereken bir şarkı çünkü albümün en iyilerinden biri olması bir yana, acapella
bir deneme olarak çok çok iyi.
Daha alışıldık sularda yüzdüğü zamanlarda
ise yine dinlemekten keyif alacağınız işler çıkarıyor. Albümün çıkış şarkısı
gibi görünen, açılış şarkısı “Radio Silence” eski albümlerde de kendine
rahatlıkla yer bulabilecek bir klasik. Hatta bu albümde Blake’in vokal
performansını biraz geliştirdiğini de düşünüyorum. Albümün en rahat dinlenecek
şarkısı olabilir. “Points” ise daha çok soul/rnb tadına yaklaştığı bir şarkı ve
ben düzenlemelerini çok beğendim. Başta minimal bir synth melodisi ve Blake’in
sesi ile başbaşasınız, sonra vokali alıp kesip yapıştırmaya başlıyor. Şarkı
yavaşça kontrolden çıkıyor, ama asla dinginliğini kaybetmiyor. “Love In
Whatever Way” piyano başında söylenmiş yoğun ve duygusal bir ballad. Ballad
demişken, sanırım tüm şarkılar bir anlamda öyle. Blake bitmek bilmeyen bir aşk
acısı ile yazmış tüm şarkıları. Şarkı sözleri çok orijinal kelimeler içerse de,
çoğu zaman aşk temasından asla uzaklaşmıyor, o açıdan beklentilerinizi aklınıza
gelebilecek her anlamda aşk acısı dinleyecek şekilde ayarlayın.
Albümde 17 şarkı var ve 70 dakika civarı
sürüyor. Bu süre oldukça hızlı geçiyor, o açıdan gözümün korktuğu gibi olmadı.
Şarkılar çok nadiren birbirini tekrar ediyor. Aksine her şarkı ile farklı bir
şeyler deniyor olması albümü ilgi ile dinlemenizi sağlıyor. Her şarkıdan tek
tek bahsetmek çok zor olacak olsa da birkaç şarkının daha altını çizmek
isterim. “Put That Away and Talk To Me” tam bir Björk-vari şaheser, bolca
vocoder içeriyor olması herkes çekmeyebilir. “My Willing Heart” ise tatlı ve
romantik melodisi ile kalbimi sızlattı açıkçası, albümün orta bölümünün en
sevdiğim şarkısı olabilir. Üstelik hafif bir orkestrasyon bile içeriyor.
Albümün hit şarkılarından biri sayılabilecek “Modern Soul” yine Blake’in kendi
güvenli sularında yüzdüğü türde bir şarkı, yine de sonuna doğru gelen şahane
kopmayı kulaklıklarla dinlerseniz tüylerinizi diken diken edecektir. Albüme
adını veren “The Colour In Anything” ise sanatçının muhtemelen ilerleyeceği yol
açısından bir ipucu. Bir laptopa ihtiyacım yok, ben zaten müziğimi icra
edebiliyorum diye bağırıyor.
Bitirmeden elbette “I Need a Forest
Fire”dan bahsetmemek olmaz. Albümün en iyi şarkılarından biri, belki de en
radyo dostu olanı. Üstelik peygamber kıvamına gelmiş olan Bon Iver’ın ciddi bir
vokal performansı mevcut. Ben şarkının klasik olmanın ucundan döndüğünü
düşünüyorum. Bon Iver, Blake’ten iyi bir vokalist, ama şarkıyı “huu” diye
bağırarak açıyor ve bunu şarkı boyunca yapmaya devam ediyor. Şarkının kendini
tekrar eden bir yanı da var sanırım. Müzik videosu ise bence mükemmel bir fikir
etrafında dönüyor. (İzleyince ne demek istediğimi anlayacaksınız.)
Bu albüm, diğerleri gibi çok ön plana çıkan
klasikler barındırmıyor, ama albümde atlayacağım şarkı neredeyse yok. 17
şarkılık dev bir albüm için bu büyük bir başarı. James Blake’in şimdilik en
iyi, en olmuş albümü gibi duruyor. Gerçekten bu işi ne kadar sevdiğini ve ne
kadar yüreğini ortaya koyduğunu görmek sevindirici.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder