30 Ekim 2016 Pazar

Dünyanın En Tuhaf Albüm Kapağı'nın Hikayesi: Xiu Xiu - A Promise


Üniversite yıllarında tanıştığım deneysel gruplardan biri olan Xiu Xiu, hiçbir zaman favorilerim arasına giremedi. Ama şu anda bahsedeceğim albümün kapağı bir zamanlar yaptığım en güzel ve değişik albüm kapakları listesinde kendine yer edinmişti. (Yani şuna bir bakın, aksi mümkün mü?)

Albüm bu arada Xiu Xiu'nun kariyerindeki en iyi albümdü bana göre. Bu sene çıkardıkları "Plays the Music of Twin Peaks"in daha iyi olduğu söyleniyor ama ben henüz dinlemedim. Animal Collective'ı andıran sound'u ve deneysellik ile duygusallık arasındaki çizgiyi çok iyi tutturdukları bir albüm olan "A Promise" ne olursa olsun kapak fotoğrafı ile daha çok ilgimi çekiyordu. (Sad Pony Guerrilla Girl gibi şahane şarkıların hakkını yemiyorum, ama şimdilik mevzumuz bu olacak.)

Albüm kapağını ilk gördüğüm zaman (10 yıl önce falan) ne kadar sert ve rahatsız edici olduğunu düşünmüştüm. Xiu Xiu elbette aşırı garip bir gruptu ve bu tür bir albüm resmini sadece onlardan beklerdim. Ama bu bile onların garipliklerinin ötesindeydi. Ne anlatmak istiyor olabilirlerdi? Sadece tuhaf olsun diye mi seçilmişti bu fotoğraf? Çekik gözlü ve esmer (muhtemelen Vietnamlı) bir çocuğun çırılçıplak (ufak penisi sonraki editionlar'da sarı bir kare ile sansürlediler) ve elinde bir oyuncak bebeği ters tutan görüntüsü ne anlama geliyor olabilirdi? İlk akla gelen Uzakdoğu'da çocuklara yönelik seks turizminin sert bir yansıması olabileceğiydi? Ama bu neredeyse zevk alan ve bir yandan irrite eden karenin ayrıntıları daha da huzursuz ediyordu beni. Yataktaki battaniyenin "gerçek"liği, çıkarılan kıyafetlerin nizamlı bir şekilde kenara konmuş olması, çocuğun burnundaki yara ve duruşundaki garip rahatsız hissiyat aklımı alıyordu resmen. Nasıl bir fotoğraf ki bu? Nasıl çekilmiş olabilir ve koskoca bir albümün kapağı olacak hale gelebilir?

Aradan yıllar geçti. Ben bu konuyu çok da derinlemesine deşmedim. Ama bugün RYM'de bu albümün sayfasını tıklamış bulundum ve zamanında Pitchfork ile grubun ana elemanı Jamie Stewart'ın o dönemki bir röportajından bir kesit okudum. Gerçekten okuduğum acayip hikayelerden biriydi ve bunca yılın esrarının sonunda sona ermesine sevindim. Hepsini Türkçe'ye çevirmem mümkün olmasa da, özetle anlatmak istiyorum.

Pitchfork: Albüm kapağının hikayesi nedir acaba?

James: Bu çok uzun bir hikaye. Komik de aynı zamanda...

Pitchfork: Biz zaten uzun hikayeleri seviyoruz, lütfen anlat.

James: Tamam, iki yıl önce evimde ufak bir kayıt stüdyom vardı. Ve bir yandan pek param olmadığı için yapmayı hayal ettiğim Vietnam gezimi yapamıyordum. O civardaki bütün punk rock ve ska gruplarının kayıtlarını yaparak ciddi miktarda para biriktirdim ve Vietnam gezimi ucuza getirmeyi başardım. Giderken de yanıma komiklik olsun diye saçma bir plastik bebek aldım. Bunu değişik yerlere koyar, fotoğraflarını çeker ve gülerim dedim. Aynı zamanda ilginç ve rahatsız edici olmasını da bekliyordum bu karelerin.

Yolculuğumun sonuna doğru Hanoi'ye varmıştım ve gay'ler için bir flört gölü olduğunu öğrendim. Ve "Hanoi'de bir gay flörtleşme gölü mü? Bunu asla kaçıramam." dedim. (Gülüyor) Göle gittiğimde işte bu çocuk bana yaklaştı ve takılmaya başladık. Ben biraz tedirgindim çünkü dünyanın öbür ucunda böyle bir durumda neler yaptıklarını çok iyi bilmiyordum. Sonunda çocuk "Gay bara gidelim mi?" dedi. Ben de şaşırdım ve "Hanoi'de gay bar mı var?" dedim. O da "Yerini bakıp söyle de beraber gidelim." dedi, ben de "Of bu çocuk hiçbir şey bilmiyorum." dedim.

Sonra bazı karanlık bölgelere gittik, ve sonunda ışığa çıktığımızda fark ettim ki bu evsiz ve fakir bir çocuk. Elbiseleri yırtık, pis ve kötü durumda. O zaman anladım ki bu çocuk seks aramıyor, aslında sadece başını sokacak bir delik arıyor. Ben ise parasızım ve planı beyazlarla seks yaparak para kazanmaksa, bu işin sonu iyiye varmayacak. Sonunda onu otelime götürmemi, becermemi ve ona para ödememi önerdiğinde "Hayır, bu olmayacak." dedim. Ama bana yalvarmayı bırakmadı ve ben de onun çaresiz ve fakir olduğunu iyice fark ettim. Sonra aklıma sorgulanabilir şu fikir geldi: Nasıl bu çocukla sevişmeden ona para ödemenin bir yolunu bulabilirim?

Sonunda ona pek çok fotoğraf çektiğimi ve bu gezimin amacının bu olduğunu söyledim. "Otelime gitsek ve senin bu bebekle fotoğrafını çeksem senin için uygun olur mu?" dedim, o da "Tabi ne olursa olsun." dedi. Umursamıyordu. Basket oynayalım da diyebilirdim. O an "Bu çocuğu sömürüyor muyum? Bu sanat mı?" diye düşündüm. Sonuna ise bu iş karşılığında iyi para kazanacağını, tehlikeli bir şey yapmamış olacağını düşünerek kendimi ikna ettim. Ama bu onu aşağılamak gibi olacak ve bu konuda ne hissedecek? Bazen sadece yanlış şeyi yapmak gerekiyor.

Otele gittiğimizde bütün çekim 5 dakika kadar sürdü ve sonrasında banyoya girmeyi rica etti. Elbiselerini çıkardığında üstü yanık, kesik ve yara izleriyle doluydu. Başından pek çok kötü şeyin geçtiği belliydi. Kötü ve zor bir hayat yaşadığı... Sonra bebeği eline aldı ve seksi bir şekilde poz vermek için kılıktan kılığa girmeye başladı. Sonunda bu pozları bir şeyler için kullanacağımı söylediğimde umursamadı. Gerçekten bu pozları vermek için çok uğraştı, yaptığı işi en iyi şekilde yapmak ve parasını kazanmak istiyordu. "Bu garip adamın beni çekmesine izin vermeliyim, hem de elime garip bir plastik bebek vermesine rağmen..." diyordu muhtemelen. Üstelik bu çocuk muhtemelen 20 yaşındaydı ve defalarca kez dayak yediği belli oluyordu. İzlemesi zor bir sahneydi, ama aynı zamanda komikti de. İşte karşınızda çıplak bir adam elinde oyuncak bir bebek tutuyor.

Biliyor musunuz, çok garipti. Sonunda ona para ödemeye başladım. Üstelik teklif ettiğimden de fazla ödedim. Çünkü kendimi suçlu bir pislik gibi hissettim yaptığımdan dolayı. Ama hemen sonrasında 3 kere daha para istedi benden ve ben vermeye devam ettim. Ona kızamıyorum, elimde de fazla param yoktu ama verebildiğim kadarını ona verdim. Adamın adı Hang'di, hem ironik, hem de korkunç, belki...


Evet, bu hikaye burada sona erirken, Xiu Xiu'nun son albümünü dinler dinlemez bir inceleme yazmanın da sözünü vereyim.

29 Ekim 2016 Cumartesi

Eski Fotoğraflarla Benim İstanbul Hikayem

İstanbul benim için her zaman rüya gibi bir şehir olmuştu. Hatta üniversitedeyken dünyanın en güzel şehirlerinden birinin Türkiye'de olmasının çok güzel bir şey olduğunu düşünürdüm. Halbuki İstanbul'a ilk gelişim ilkokul yıllarımda olmuştu. Pek fazla tatil için şehir dışında çıkmayan bir aile olarak, babamın bizi İstanbul'da çalışan bir lise arkadaşını ziyarete getirmesi sayesinde Topkapı Sarayı'nı ve Eminönü'nü güzelce gezdiğimizi hatırlıyorum. Tabi o gezi ile ilgili aklımda kalan en önemli şey ne kadar büyük bir kalabalık olduğu ve Kral TV'nin sadece büyük şehirlerde çektiği gerçeği ile karşı karşıya kalmamdı.

Sonrasında yıllar boyu İstanbul görmedim, benim için 2. büyük İstanbul gezisi lise arkadaşlarımla birlikte okulun düzenlediği bir "üniversite seçme gezisi" ile Ankara ve İstanbul'u gezmem sayesinde gerçekleşti. O geziyi hala unutamam, Ankara kısmı oldukça silikti gerçi. ODTÜ'yü çok beğenmem dışında bir şey hatırlamıyorum ama İstanbul gezisi efsaneydi. Çünkü her gün boş zamanlarımız oluyordu. Bir keresinde bizi Sirkeci'de bırakıp gittiklerinde saatler boyu çarşıları gezmiş, güvercinlere yem falan atmıştık. Galata köprüsünü turlamış, balık tutan abileri izlemiştik. Diğer yandan yaşadığım şehirde izleme imkanım olmayan ve izlemek için bileklerimi kesebileceğim Nuri Bilge Ceylan'ın Uzak filmini de izleme şansı bulmuştum Beyoğlu Sineması'nda. (Beyoğlu Sineması'na ilk gidişim de budur.)

Derken lise bittikten sonra üniversite için hayatımı değiştirecek en büyük tercihlerden biri olan Ankara'da tıp fakültesi okuma tercihimi yaptığımda, ilk büyük konser gezimi yapmak üzere İstanbul'a gelmiştim. The Kills, JJ72 ve Kraftwerk'i izleme şansı bulmuştum ki bu benim için kelimelerle tarif edilebilir bir deneyim değildi. İstanbul tam anlamı ile aşıktım. Kocaman olması, karanlığı, ışıkları, kalabalığı, boğazı, renkleri, her şeyi çok etkileyiciydi. Üniversiteye başlarken yaptığımın hata olduğunu düşünüyordum, ama Ankara'nın kesinlikle hata olduğunu düşünmüyorum. (Ankara karşıtlarına koz vermek istemem, çünkü öğrencilik için şahane bir şehir olduğunu düşünüyorum.)

Neyse üniversite boyunca defalarca kez İstanbul'a konser veya başka amaçlarla geldim. Bunlardan en fazla aklımda kalanları, sınavımdan 1 gün önce Morrissey konseri için gelmem, Dali Müzesi'ne günü birlikte sınav sonrası kaçışım, Apichatpong Weerasethakul'un "Uncle Boonme Who Can Recall His Past Lives"ını izlemek için yollara düşmem, Mogwai için düşlervekabuslar forumundan arkadaşlarla buluşmam ya da One Love festivalinde M83'ün beyin elemanı Antony Gonzalez ile fotoğraf çektirmem gibi mükemmel anılar. Durum böyle olunca üniversite boyunca psikiyatriye yaklaştıkça, yaşamak istediğim şehir olarak da İstanbul'u gözüme kestirmiştim.

Gel gör ki, Türkiye de değişti ben büyüdükçe de, İstanbul da. Benim İstanbul'a gelmem ne yazık ki 27 yaşımı buldu. İstanbul'a geldiğimde artık bambaşka biri olmuştum. Üniversite ve sonrasında yaşadığım pek çok olay, her insan gibi benim de olgunlaşmamı sağladı ve hayata o zamanlarki kadar neşeli bakamaz olmuştum. Elbette İstanbul ilk başta kendi büyüsüne sahipti. Ama Bakırköy gibi biraz uzak bir muhitte yaşamaya başlayınca insan zamanında aşık olduğu İstiklal Caddesi gibi yerlerin nasıl bozulduğunu görmeye başlıyor. İstanbul'un büyüsü bitmek bilmeyen E5 sıkışıklıkları, İstiklal'de arap turistlerden adım atamadığın yürüyüşler ya da Kadıköy'de balık pazarının orada insan trafiğinde sıkışıp kalmak gibi tamamen insan kalabalığının neden olduğu sebeplerle dağılıp gitti. Sonrasında ise İstanbul çirkin bir şehir olmaya başladı.

İstanbul'un güzelliği ile çirkinliği arasındaki ince çizgi, tam olarak ülkenin politik konumu ile de alakalı. Türkiye de büyüdükçe çirkin bir ülke oldu. Aslında Dünya genel olarak çirkin bir yer oldu. Ben hep eski filmleri ya da küçükken gezdiğim yerleri hatırlayarak bu aşkı canlı tutmaya çalıştım. Eminönü'nde balık yedim, Topkapı'ya tekrar gittim, Galata'nın arka sokaklarını keşfettim, Heybeliada'da turlar attım, Baltalimanı'nın bahçesinde boğazı izleyerek çay içtim. İstanbul'un güzelliğini görmek kazı kazan oynamak gibiydi. Yeterince kazırsanız belki altından bir güzellik beliriyordu. Ama etrafındaki diğer çirkinlikleri görmezden gelmeyi başarabilmeniz gerekiyordu.

Şimdi bu noktada sizi eski İstanbul fotoğraflarından bir seçkiye davet ediyorum:

Bu eski fotoğraf şimdilerde adı hala Yeldeğirmeni olan, Kadıköy'ün hoş muhitlerinden birine ait. 1900'lerin başı, hala Kadıköy'ün köy olduğu zamanlara ait sanırım.

Burası Bozdoğan kemeri, şimdilerde benim için Taksim-Bakırköy dolmuşunun bitmek bilmeyen trafik sıkışıklıklarını simgeliyor.

Bu sonradan renklendirilmiş fotoğraf Sultanahmet'ten bir kare, muhtemelen cumhuriyetin öncesine denk geliyor.

Bu Haliç manzarası ise, hala çok etkileyici olmayı başaran bir karenin bir zamanlar ne kadar görkemli olduğunun kanıtı.

Bu fotoğraf ise artık turistik olarak gezmenin bile imkansız olduğu güzeller güzeli Ortaköy'ün bir zamanlar ne kadar yeşil ve huzurlu olduğunu gösteriyor.

Eminönü, Karaköy ve Sirkeci bölgesi, artık insan yığınlarının biriktiği karmaşık bir yer halini aldı. Aslında çok yakın zamanlara kadar hala gezmesi keyifli olan bu yerler son dönemde turist bile çekemez olduğu için pek çok dükkanın kapatıldığı ile ilgili haberler okuyorum.

Yakın zamanda Roma'yı tekrar gezmiş olmanın da etkisi ile kafamda bu şehirleri istemeden kıyasladım. İstanbul elbette tamamen kötü bir şehir değil. Yaşayan insanlar için sadece çok "zor" bir şehir. Roma'nın her köşesine yayılmış güzelliklerin yanında, İstanbul'un insanı güzelliklere karşı "körleştiren" düzeni canımı sıkıyor. Bir zamanlar görmek için mükemmel bir şehir olan İstanbul, artık son bombalı saldırıların ve politik gelişmelerin ışığında kendini betonu, berbat bir şehirleşmeye, garip bir turist popülasyonu ve yozlaşmaya bırakmış durumda.

Hayallerimi süsleyen şehir kesinlikle bu değildi. Belki üniversite yıllarımı burada geçirmiş olsaydım başka türlü düşünebilirdim. Ama artık insanların şehrin hemen dışındaki residence yığınlarında yaşamak için birbiri ile yarıştığı, Beşiktaş gibi kısmen merkezi bir yere gitmek için bile sıkış tıkış toplu taşımayı kullanmak zorunda olduğu ve her şeyin inanılmaz düzeyde pahalı olduğu bir şehirle karşı karşıyayım. Keşke İstanbul sevgim böylesine sönüp gitmemiş olsaydı, keşke Sultanahmet'e her gittiğimde Ayasofya'nın ne kadar majestik olduğunu aklımdan geçirirken, bir yandan başıma kötü bir olay gelmesinin tedirginliğini yaşamıyor olsaydım. Keşke her geçen gün azalan konserler eskisi kadar zevk veriyor olsaydı. İstanbul'da yaşadığım 3 yılda gittiğim konser sayısı, öncesinde Ankara'dan trenle gelip gittiğim zamanlardan daha az.

Tren demişken, Haydarpaşa Garının kundaklanması bile sanki İstanbul'u bekleyen aşırı betonlaşmanın, yozlaşmanın, kalabalıklaşmanın ve çirkinleşmenin bir işareti gibi. Gelecekte daha çok gökdelen, yapay yaşam merkezleri olan residence bozuntuları, kapanan tarihi mekanlar ve hava kirliliği İstanbul'u bekliyor. Ve Türkiye açısından pek de alternatifimiz yok. (Lütfen bana İzmir ile gelmeyin.)

İşte benim İstanbul hikayem de böyle, ne yazık ki mutsuz sonla biten bir hikaye bu. Başıma bir şey gelmeyecekse, ben Ankara'yı özlüyorum.

28 Ekim 2016 Cuma

Roma'nın Muhteşem Güzelliği ve Grimes'ın Kelebeği


Bir süredir pek bir şey yazamadım. Hem işlerim biraz yoğundu, hem de 5 günlük bir Roma gezisine çıktım. Bu Roma'ya 2. gidişim oldu, ama sanırım ellinci seferde bile aynı büyülenmişlik hissini taşıyor olacağım. Roma gitmek için geç kaldığım (ilk yolculuğum geçen seneydi), çok popüler olduğu için küçümsediğim ama gördükten sonra da dünyada daha güzel çok fazla yer olamayacağına ikna olduğum bir şehir. Şehir değil bir açık hava müzesi demek de mümkün.

Grimes geçen sene "Art Angels" albümü ile kendisinden beklenen düzeyde iyi bir albüm ortaya çıkarmıştı. Albüm birbirinden güzel ve Grimes-vari şarkılarla dolu olmakla birlikte, albümün sonuna gizlenmiş bir başyapıt barındırıyordu: "Butterfly" Şarkının absürd sözleri kesilmekte olan bir Amazon ormanındaki kelebeğin gözünden olanı biten anlatmak üzerine kuruluydu. Şarkının neredeyse disko ritmi üzerine kurulu çok katmanlı vokal melodisi nedeniyle hüzünlü bir havası vardı. Grimes bir röportajında bu şarkıyı yapmaya çalışırken sürekli bilgisayarının çöktüğünü çünkü arkaya çok fazla "Enya-vari bok" koyduğunu söyleyerek eğlenmişti.

Kanadalı popçu arkadaşı HANA ile beraber Avrupa turnesine çıktıklarında, yanlarında götürdükleri kameraları ve macbook'ları ile bir sürü klip çektiler ve bunları Grimes x HANA - The AC!D Reign Chronicles adıyla 38 dakikalık bir kısa film olarak paylaştılar. Bu filmde Grimes'ın henüz video çekmediği şarkıların ve HANA'nın da 2 şarkısının klibi bulunuyor. Neticede benim bunlardan en sevdiğim "Butterfly"'ın Roma'da geçen klibi oldu. Tam yolculuğumun arefesinde denk geldiğim için beni daha da şenlendirdi.

Forum ve Palatino Tepesi

Roma'ya ikinci kez giden biri olarak benim için turistik modu bırakarak daha içten bir şeyler söylemek istiyorum. Grimes'ın da benimle benzer hislerde olduğunu hissediyorum. Kanada'lı biri için Avrupa'yı gezmek, bizlere oranla daha zor ve fantastik bir eylem. Yurtdışında tanıştığım Amerika'lılar hep Avrupa'nın ne kadar farklı ama onlar için ulaşması zor bir yer olduğundan dem vururlardı. Grimes'ın Roma'nın güzelliği karşısında ne kadar büyülendiğini anlamak için "Butterfly"ın klibini izlemek yeterli. Roma bir yana, dünyanın en etkileyici yeri olabileceğini düşündüğüm Roman Forum'un tepesindeki krallara layık Palatinum'da geziniyor. Palatinum, tarih ile doğanın iç içe geçtiği, birbirinden güzel bahçeleri, antik kalıntıları, roma hamamlarının yıkıntılarının olduğu büyüleyici bir yer. Ben ilk gezimde Forum'u gezdiğimde bütün günümü ayırmıştım ve gezinin sonunda sıcak bir günün sonunda yağan sürpriz yağmur ile Palatino'nun bir köşesinde sığınmak zorunda kalmıştım. Yağmurlu bir forum hayal edebileceğinizden çok daha güzel bir deneyimdi, çünkü hala daha ilk yağmur tanesinin yere düştüğü anı ve etrafı kaplayan toprak kokusunu unutamıyorum. Roma İmparatorlarına yarışır bir güzelliği vardı ve çok şükür ki biz de bundan hala nasiplenebiliyoruz.

Villa Borghese: Profil fotoğrafı çekmek isteyenlerin uğrak noktası

Klipte en çok gezindiği yer ise Roma'nın en büyük ve merkezi parklarından biri olan "Villa Borghese". Villa Borghese, Roma'nın bütün turistik merkezleri arasında en çok gözden kaçan, en hakkı yenen yer olabilir. Elbette Kolezyum görülmesi gereken, nefes kesici bir yapı. Grimes'da bunu inkar etmeyerek klibinde (hala etrafındaki inşaatın da bitmediğinin görüldüğü) bir sahne ayırmış. Ama Borghese'in güzelliği huzuru, yeşili, ufak bir göleti ve gezdikçe yeni yapılara rastladığınız garip düzenlemesi ile alakalı. Muhtemelen Venedik'ten aldıkları maskeleri ve kiraladıklarını tahmin ettiğim değişik kostümleri ile Villa Borghese'in en tatlı köşelerinde değişik dans figürleri sergiliyorlar. Adeta Roma'ya ilan-ı aşk ediyor Grimes. Roma'da yaşasam, yoğun bir iş günü sonrası Villa Borghese'in banklarından birinde uzanarak kitap okuyup şarap içerek günümü sonlandırmak isterdim.

Fontana di Trevi, Pantheon ya da Santa Maria Maggiore birbirinden ilginç gezilmesi gereken yapılar. Vatikan ve müzesi muhtemelen dünyanın görülmesi gereken 3-5 yerinden biri. Bunları inkar etmek mümkün değil. Roma'nın zaten başlı başına insanoğlunun bugün kadarki en büyük başarılarından biri olduğunu düşünüyorum. Böyle bir şehrin hala ayakta ve aynı güzelliği korumaya devam eder halde durması beni çok etkiliyor. Eski İstanbul fotoğraflarına bakınca, nasıl her şeyin mahvolabileceğini görüyor insan. Roma ise binlerce yıldır orada, bütün şaşası ve muhteşem güzelliği ile bizi bekliyor. İnsanoğlu'nun sabit nesnesi gibi güven veren bir yanı var.

Özetle, klip çok güzel, Grimes seviyorsanız kesinlikle izleyin. Sadece Roma'yı seviyorsanız da izleyin. Bir La Grande Bellezza değilse de, aşkınızı perçinliyor. Grimes'ı da zevkli tercihleri içini bir kere daha kutluyor, albümün en sevdiğim şarkısına dünyadaki en sevdiğim şehirlerden birinde klip çektiği için teşekkür ediyorum.

16 Ekim 2016 Pazar

Filmekimi Günlükleri 3 - Ahgassi / The Handmaiden (2016)



Chan-Wook Park, uzun yıllardır Hollywood'a alternatif olmayı başarmış Güney Kore sinemasının en popüler isimlerinden biri. Bir önceki filmi Stoker ile kısa bir süre Hollywood'a transfer olmuş, kariyeri açısından ortalama, Hollywood standartlarına göre ise iyi bir iş çıkarmıştı. Ama kendi sinemasının ekstrem yönlerini törpülemek zorunda bırakıldığı, filmdeki şiddet ve kan dozunun zorlama bir şekilde azalmış olmasından anlaşılıyordu. Tekrar Kore'ye (aslında bir anlamda Japonya'ya) dönmüş olması hayranlarını tekrar heyecanlandırdı bu yüzden. Park, bundan 10 yıl önce bir film yaptığında çok daha büyük bir heyecana neden oluyordu aslında. Cannes'da Altın Palmiye için yarışan filmler arasında The Handmaiden'ı görmek bu nedenle şaşırttı. Yönetmenin tekrar formuna geri döneceğine dair büyük bir sinyaldi. Üstelik 1930'larda Japonya'nın Kore işgali döneminde geçen bir kostümlü drama/gerilim çekeceğini duymak ayrıca şaşırtıcıydı.

Sarah Waters'ın "Fingersmith" romanının bir uyarlaması olan film, zengin bir Japon leydisinin hizmetçisi olarak malikanesinde yaşamaya başlayan bir Koreli kızı anlatıyor. En azından filmin üç bölümünden biri böyleymiş gibi başlıyor. Ama aslında hizmetçi kızımız Sue'nun, bir sahtekar olan Kont Fujiwara'nın yardımı ile bu işi almasının sebebinin leydi Hideko'nun mirasını alıp onu tımarhaneye kapattırmak olduğunu kısa sürede öğreniyoruz. Sonrasında film 2 saat 40 dakikasına rağmen sürükleyici bir şekilde akmaya başlıyor. Filmin ilk bölümü dediğim gibi, daha çok bir kumpasın adım adım ilerleyişi ile geçiyor. Ama hizmetçi Sue gibi bizim de beklemediğimiz gelişme ile, iki kızın birbirine aşık olması sayesinde hikaye oldukça değişik bir ton kazanıyor. Bir asil kılığında gelen sahne kont Fujiwara'ya aşık olması için leydiyi etkilemesi gerekirken, Sue oldukça erotizm kokan sahneler eşliğinde kendini ikilem içinde bulmaya başlıyor. Filmin 1 saat civarı süren ilk kısmı bir lezbiyen aşk filmi şeklinde sona ererken, sonunda büyük bir sürpriz ile Park hala eski formunda olduğunu ispatlıyor. İkinci bölümde bildiğimiz hiçbir şeyin gerçek olmadığını öğrenip, hikayeyi başka açılardan izlemeye başlarken, leydi Hideko'nun geçmişini ve sadist amcası ile olan ilişkisini öğrenmeye başlıyoruz. Ama Park bir kere daha bildiklerimi tersyüz ederek filmi 3. kez ama bu sefer gerçekten olması gerektiği gibi bize gösteriyor. Artık Park'ın yapmayı en iyi becerdiği mevzuya, intikam hikayelerine dönüş yapıyoruz.

Filmin senaryosu olabildiğince kitsch olmasına rağmen, karşı konulmak bir çekiciliği mevcut. Özellikle garip ve karanlık 2. bölümde biraz ağırlaşmasına rağmen, uzun süresi boyunca sizi defalarca kere çarpıyor. Kostümler ve sanat yönetimi bir dönem filminde gördüğüm en başarılardan biri. Filmin büyük bir bölümünün geçtiği dev malikane ayrıntılarla dolu acayip bir yer. Bir şekilde olay örgüsünün iniş ve çıkışları absürd düzeyde ilerlese bile, filmin genel atmosferi sizi ikna etmeyi ve olan bitene inandırmayı başarıyor. Finale doğru şiddetin dozu tam da Park filmlerinden beklendiği düzeye ulaştığında filmden memnun ayrılacağınızı biliyorsunuz.


Dahası filmin ciddi bir kadın filmi olduğunu kabul etmek gerek. Bir erkek yönetmenin iki kadının aşkına bu derecede yakın ve samimi bir bakış getirdiğini Blue Is The Warmest Colour'dan beri görmemiştim. Hatta filmdeki seks sahnelerinin bahsi geçen diğer filmden çok daha etkileyici ve estetik olduğunu eklemeliyim. Blue Is The Warmest Colour'daki seks sahneleri, lezbiyen cinselliği ile ilgili klişeleri yıkacak düzeyde sert ve tutku doluydu, ama bu filmdekiler sizi gerçek bir aşka tanık olduğunuzu düşündürecek kadar etkiliyor. Park bir erkek olarak filmdeki 2 ana erkek karakterin, kadın cinselliği ile ilgili kabul ettiği mitleri alaya alıyor. (Kadınlar tecavüzden zevk alır, kadınları sekse zorlamak gerek, kadın erkeği tatmin etmek için seks yapar vb...) Bu açıdan filmin feminist bir mesaj verdiğini görmek zor değil. Park'ın filmini temellendirdiği politik mesaj, 1930'larda geçen bir lezbiyen aşk hikayesi için çok başarılı. Geçen yılın en iyi filmlerinden biri olduğunu düşündüğüm Carol'daki çiftin aşkları bile bu kadar beni gaza getirmemişti.

Park kesinlikle oyuna geri döndü, hem de kitsch ve absürd de olsa, oldukça kendine has bir film ile. Bu filmin başyapıt olduğunu söylemek abartı olur, sonuçta filmin karikatürize ve ciddiye alamayacağınız yanları yer yer göze batıyor. Senaryo da her an olması gerektiği kadar akıcı değil. Ama uzun yılların en güzel erotik lezbiyen gerilim draması karşımızdaki. Bilmiyorum bunlardan kaç yılda bir bulabiliyoruz. (8/10)

15 Ekim 2016 Cumartesi

Filmekimi Günlükleri 2 - Le Fille Inconnue / The Girl Unknown (2016)


Belçika sineması deyince akla gelen birkaç isimden biri Jean-Pierre ve Luc Dardenne kardeşler. Bugüne kadar 2 adet altın palmiye aldıkları yetmiyormuş gibi, sayamayacağımız kadar başka ödülü de kucakladılar. Tüm zamanların en iyi filmlerinden biri olduğunu düşündüğüm Rosetta ya da geçen senenin başyapıtlarından biri olan Two Days, One Night gibi filmleri ile yakından takip ettiğim isimlerdendir. Bu nedenle eleştirmenlerin genel olarak olumsuz yorumlar yaptığını bilmeme rağmen Filmekimi'nde bu filmi görünce bilet almakta çekinmedim. Dardenne'ler en kötü filmleri bile büyük potansiyel barındırabilecek isimlerdir. Aşırı realistik tarzları pek çok insan için oldukça sıkıcı olabilecekken, benim için gerçekten genelde iyi performansların da katkısı ile şaşırtıcı derecede sürükleyici serüvenlere dönüşüyor. Çoğu zaman arka sokaklar, inşaatlar, fakir mahalleler gibi Belçika gibi zengin bir ülkede görmeyi beklemediğimiz varoşları anlatmayı tercih ediyorlar. Bu açıdan Dardenne filmlerinin kendini tekrar eden pek çok yanı olsa, her seferinde bambaşka olabilecek bir karakter ya da ilişki üzerine eğiliyorlar.

Kayıp Kız, diğer filmlerinden oldukça farklı bir yerde duruyor, yukarıda yazdıklarımı göz önüne aldığımızda. Tam anlamı ile Dardenne filmi olduğu bir gerçek. Gerçekçi atmosferi yaratan ve destekleyen el kamerası kullanımı, hiçbir müziğin filme eşlik etmiyor olması, mekanların karanlık ve izbe olması, karakterlerin etik olarak rahatsız edici ikilemlere düşmesi gibi ayrıntılar tam beklediğim gibi. Ama bu filmin en kötü Dardenne filmi olduğu gerçeğini de kabul etmek zorundayım. Bu filmde daha önce yapmadıkları şeyleri denemişler ve yeni denemeler her zaman başarı ile sonuçlanmıyor ne yazık ki. Dardenne'lerin en iyi becerdiği şey, toplumsal hiyerarşinin alt tarafında ezilmekte olan insanların hikayelerini anlatmaktır. Bu hikayede de bunu bir cinayet hikayesi üzerinden yapmaya çalışıyorlar. Aslında bence orijinal bir fikre de sahip: bir cinayet hikayesinin doktor-hasta gizliliği kodu üzerinde çözülmesini sağlamak.

Jenny (Adele Haenel), muayenecilik yapan bir doktordur ve bir gün mesai sonrası çalan bir kapı ziline bakmayı reddeder. Sonrasında açmadığı bu çağrıyı yapan kadının aynı gece öldürüldüğünü öğrenir. Üstelik kamera kayıtlarına bakınca kadının buraya adeta sığınırcasına geldiğini görür. Film bu noktada büyük kariyer planları olan Jenny'nin kendini cezalandırır şekilde tüm hayatını hastalara ve öldürülen kızın ailesini bulmaya harcadığını görürüz. Bu cinayeti çözmek istemesinin sebebi, kesinlikle katili cezalandırmak ya da polise haber vermek değildir. Sadece kızın kimsesizler mezarlığına gömülmesini istemez. Özellikle bu "kimsesizler mezarlığı" fikri onu aşırı rahatsız etmektedir.



Ne ilginçtir ki, film boyunca Jenny'nin ailesi, hayatı, karakteri hakkında çok az şey öğreniriz. Genelde çalan cep telefonu ile yaptığı görüşmeler sonucu bir şeyler çıkarmaya çalışıyoruz. Ne yazık ki Haenel'in yer yer odunsu bir hal alabilen oyunculuğu da bu yolculuğa hiçbir katkıda bulunmuyor. Belki bir doktor karakter olmasından kaynaklı, aşırı sevecen ve idealist tavrı bir noktada sinir bozmaya bile başlıyor. Yine de kanserli bir çocuğun bestelediği şarkıyı dinlerken ya da diyabetik ayağı olan obez hastası ile kahve içerken bir an için onun yaşayan bir canlı olduğunu hissettiğimiz oluyor. Bu anlar filmi biraz daha çekici kılarken, filmin zorlama polisiye öyküsü gelişmeye başladıkça başarısız replikler ve olay örgüsü dikkat çekmeye başlıyor. Öldürülen kızı bulmaya yaklaştıkça, neredeyse etrafındaki herkes değişik sebeplerle ona engel olmaya çalışıyor. Burada politik bir mesaj yok değil.

Filmde Afrika kökenli bir fahişenin ölümünün neredeyse "toplum" ve "aile" tarafından ortak bir şekilde gerçekleştirildiği mesajını veriyor. Jenny, sonuca yaklaştıkça sürekli daha da alakasız insanların işin içine girdiğini ve onu engellemeye çalıştığını görüyoruz. Bir yerden sonra kayıp ve kimsesiz göçmen bir kızın kimsenin de umrunda olmadığına ikna oluyoruz, Tabi ki vicdan azabı çeken idealist doktorumuz dışında... Filmin özellikle sonra doğru herkesin eteğindeki taşları döktüğü sahnelerde gerçekten dibe doğru ilerlediğini düşünüyorum. İlk yarıyı bir şekilde götüren başarılı yönetmenliğin ve hikayenin, sonrasında oldukça gereksiz ayrıntılarla amaçsızca savrulduğunu görmek üzücüydü. Hele de finalde ölen kızın ablasının yaptığı konuşma, ne kadar ilginç olabilecekse, o kadar da itici ve yapay olmuş.

Dardenne'ler elbette kötü bir film çekmişler diyemem. Hala standartların üstünde bir yönetmenlik mevcut. Sadece kendi standartlarının altında kalmışlar diyebilirim. Farklı bir şey denemek istemişler ama bunu tam da başaramamışlar. Bu film ile gelen eleştirilerden yola çıkarak tekrar ilginç eserlerle döneceklerine eminim, zira onların kredisi bir adet ortalama film ile bitecek türden değil. (6/10)

11 Ekim 2016 Salı

Bir Siyah Kadının Kendini Arayışı: Solange - A Seat at the Table


Knowles ailesinin en ünlü 2. üyesi, aslında oldukça uzun bir kariyere sahip. Solange hip-hop ve rnb ile yola çıktığı zamanlar 20'li yaşlarının başındaydı. 2012 yılında "Losing You" ile tekrar ortaya çıktığında ise kısa bir süre de olsa, ablasından daha "cool" olduğuna dair bir yargı pörtlemişti kafamda. Dev Hynes (nam-ı diğer Blood Orange) tarafından prodükte edilmiş olmasının da etkisi ile, yılın en güzel şarkılarından biri ile karşımıza çıkmıştı. Solange "cool"du evet, ama ablasının azminden oldukça uzaktaydı. Hatta ondan "Beyonce'nin küçük kardeşi işte" diye bahsediyorduk kendi aramızda.

Ablasının Lemonade gibi, yılın en iyi albümlerinden biri ile müzik piyasasını sarstığı bir yılda yeni bir albüm çıkarmış olması ise manidar. Beyonce albümünü farklı türde şarkılarla zenginleştirmiş, seven sevmeyen herkesi şaşırtmıştı. Solange ise en az onun kadar şaşırtıcı bir albümle çıkageldi. A Seat at the Table, birbirinden değişik şarkılara sahip ve genç bir müzisyenin eserinden ziyade olgunluk dönemi eseri gibi geliyor kulağa. Dinlemesi zor olmayan bir albüm olmasına rağmen, ablasının albümü gibi kişisel ve politik anlamda farklı katmanlarda ilerliyor.

Albümün en güzel şarkısı olduğunu düşündüğüm "Cranes In The Sky" mesela, bambaşka bir yılda yılın en güzel şarkısı bile olabilirdi. 8 yıl önce yazdığı bir şarkıyı tekrar elden geçirdiğini ifade eden Solange, şarkının içine pek çok duyguyu sığdırmış. "İçerek unutmaya çalıştım, havaya karıştırmak istedim, dans ederek unutmaya çalıştım, saçlarımı değiştirerek unutmaya çalıştım, kaçarak uzaklaşmak istedim, uyumaya çalıştım, seks yaparak atmaya çalıştım..." diyerek sayıyor da sayıyor. Bir siyah kadının itiraflarını dinlediğimizi hissettiren mısraları, samimiyeti ve direkt oluşları ile insanı yapayalnız hissettiriyor. Muhteşem videosunda Solange'ı değişik dev mekanlarda yapayalnız veya siyah kadın arkadaşları ile birlikte görüyoruz. Albümün teması da bu aslında. Lemonade'e benzeyen yanı da bu zaten. Siyah olmak ve siyah kadın olmak üzerine bir albüm bu. En tatlı şarkıda bile bunun ipuçlarını görüyoruz.

Albümün çıkış şarkısı "Don't Touch My Hair" bunu biraz daha derinleştiriyor. FKA Twigs şarkısı gibi kulağa gelen düzenlemeleri ile "saçlarıma dokunma, ruhuma dokunma, tacıma dokunma, gururuma dokunma." diyor. Saçların Beyonce'nin albümündeki "Becky With The Good Hair" repliğinde olduğu gibi bu albümde de özel bir yeri olduğunu görüyoruz. Burada bir siyah olarak değil, bir kadın olarak kendi sınırlarını çiziyor Solange. Kendisine ait olan kimliğe başkalarının -erkeklerin- dokunmasından rahatsız olduğunu açık açık ifade ediyor. Albümün kapağında ise zaten rengarenk tokalarla süslediği saçı ile bize bakıyor. (İlginçtir ki, bu seneki Blood Orange'ın Freetown Sound albümü de benzer bir feminist mesajı ön plana çıkarıyordu.)

Şarkıların arasında ise ufak geçişleri bulunuyor. Bu pek çok interlude genelde bir sonraki şarkıyı hazırlayan ve albümün aslında tematik bir albüm olduğunun altını çizen kısımlar. Gerçekten albümün bir ruhu var ve 2016'ya ait değil. Oldukça zamansız, ama bir zaman deseniz 70'ler diyebileceğimiz bir sounda sahip. "Borderline (An Ode To Self Care)", siyah gençlerin hala ırkçı saldırılarla öldürüldüğü Amerika'ya bir öğüt gibi. 


Sonrasında gelen "Junie" de Andre 3000 ile beraber düet yaptığı oldukça funk bir şarkı. Piyanoları ile dans bile edebileceğiniz şarkı gerçekten insanın diline yapışan bir melodiye sahip. (Andre 3000 bu yıl 4-5 albüme konuk oldu bu arada.) Albümün sonuna doğru kişisel favorim olan "Don't Wish Me Well" mükemmel gitar melodisi ile şahane bir atmosfer kuruyor. Tarif etmesi zor bir deneyim, ama kesinlikle albümün bu noktasında beklediğiniz şarkı değil. Solange, türden türe gezinmese de, bu kocaman albümün her boşluğuna zengin bir melodi veya ritim sıkıştırmayı başarıyor. Her şeyi geride bırakıp, bambaşka bir hayata açılmanın hayalini kurduğu bu şarkı, isminden de anlaşıldığı gibi "iyi dileklerini istemiyorum." diyor.

Bu sene güçlü kadın albümlerine tanık oluyoruz, ama Solange herhalde böyle bir albümle çıkıp gelmesini en az beklediğim kişiydi. Ablasının gölgesinde kalmadığını, hatta belki de onu birkaç adımla geçtiğini hissettiriyor. Sonunda kendini bulmuş ve oldukça zeka kokan bir sürü şarkı ile karşımıza çıkmış. Böyle bakınca benim yaşımdaki bir kadının büyüme öyküsünü görüyorum aslında. Bir pop yıldızı olmayan çalışan bir kadından, sonunda ülkesinin ve insanlarının dertlerini anlatabilen, bunu da oldukça derin bir şekilde yapabilen bir figüre dönüşüyor. 2016 müzik adına ne kadar güzel bir yıl anlatamam ama bir şey dikkatimi çekiyorsa, bu da siyah müziğinin ne derece yükselişte olduğu. Amerika'nın temel problemlerinden biri siyahlara yönelik ırkçılık ise, Amerikan müziğini politikleştirdikçe daha duygu dolu ve samimi hale getiren ise siyahların ta kendisi oluyor.

Kesinlikle bir pop albümü beklemeyin, Solange'ı ablası ile kıyaslamayın. Lemonade mükemmel pop albümü olabilir ama Beyonce'un kendini bulma hikayesi kardeşinden çok daha uzun sürdü. Solange, ablasından daha "cool" gibi olmuştu yıllar önce bir an için, ama bu albümden sonra bu gerçekten benim açıma netleşti. 

Cranes In The Sky'ın nefes kesici videosunu sizinle paylaşarak yazıma bir son veriyorum:


10 Ekim 2016 Pazartesi

Filmekimi Günlükleri 1 - Toni Erdmann (2016)


Bir filme sahip olmadığı bir anlamı yüklemek haksızlık olur. Toni Erdmann, eğer öncesinde film festivallerini takip ediyorsanız, bir şekilde gözünüze çarpmış bir filmdir. Cannes'da film eleştirmenlerinin yıldız tablolarını takip edenler, neredeyse herkesten tam not almış bu filmi öyle ya da böyle merak etmiştir. Toni Erdmann'a 2016'yı sinematik açıdan kurturacak, ya da uzun yıllardır çekilmiş en iyi film gibi anlamlar yüklerseniz, sonunda sizi garip bir boşluk saracaktır. Çünkü bu film, olabileceği şeyi olmayı reddeden ve hiç beklenmedik yollardan giden bir film olduğu için bu derece başarılı oldu.

Filmin konusu aslında tam bir burjuva dramasının sinyallerini veriyor. "Emekli muzip müzik öğretmeni, Bükreş'e yerleşip petrol firmalarına danışmanlık yapan şirkette üst düzey yönetici olan başarılı kızı ile tekrar bir bağ kurmaya çabalar." Evet filmin konusu bu. Bu hali ile mükemmel bir aile filmi yapılabilir. Üstelik sinema tarihinde bu kadar basit bir fikir üzerine yeterince eğilinmemiş olunması bile ilginç düşününce. Ama film bundan çok daha fazlasını yapıyor. Babanın, kızının sosyetik uçarı yaşamına bulaştıkça ortaya çıkan durum komedisinden faydalanıyor elbette. Ama bu filmin ne kadar klişe gibi görünen bir konusu varsa, o kadar beklenmedik olaylara gebe kalıyor. Sanırım izleyiciyi 160 dakika boyunca pür dikkat izlemeye zorlayan da bu "şimdi ne olacak acaba?" hissi oluyor. Zira film 60 dakika gibi geldi ve bitmesini hiç istemedim.

Filmi "hafif" ve "burjuva zırvası" olarak suçlayan birkaç eleştirmene denk geldim. Açıkçası bu kimselerin film sever kimliklerini kaybedip tamamen bambaşka bir gözle film izlediklerini düşünüyorum. Bu filmi sevmemek elbette mümkün, ama filmi kendi bağlamı dışarısında değerlendirmek ve tepeden inen yorumlar getirmek sanki ego tatmini gibi geliyor bana. Toni Erdmann başarılı bir filmdir, ve bunun açıklayacak onlarca sebep bulabilirim. Sanırım burada biraz bunu yapacağım.


Daha önce 2 filmi ile sınırlı çevrede ilgi uyandırmış 39 yaşındaki bir kadın yönetmen olarak Maren Ade, aşırı stilize bir görsellikle ilgilenmiyor. Güzel kareler ya da manzaralar yaratmaya çabalamıyor. Çok sübliminal mesajlar ya da derin görsel anlamlar çıkarmaya çalışmıyor. Film zaten eski bir evin kapısı ve bir çöp kutusu gibi çirkin bir kare ile açılıyor. Filmin mükemmelliği zaten senaryosunun derinlikli ve sıradışı yapısından kaynaklanıyor. Ama filmin görsel olarak kötü olduğunu düşünmeyin, çünkü el kamerası estetiğine rağmen yer yer şaşırtıcı güzellikte karelere denk geleceksiniz. Üstelik sinema sadece görüntü estetiği üzerine bir sanat da değil elbette, yoksa fotoğraflara bakıyor olurduk. Sinemanın en önemli özellikliklerinden biri de kurgudur ve Ade, bu konuda güzel bir iş çıkarıyor. Ana karakterimiz Winfried (hayır Toni Erdmann iki ana karakterin de ismi değil.) yaşlı hayat arkadaşı köpeğini kaybettiğinde, sahne birden bir holdingin girişine sıçrıyor ve biz ne kadar zaman geçtiğini bilmez halde buluyoruz kendimizi. Benzer bir geçişi finalde de görüyoruz. Bununla birlikte filmde baba ve kızı merkeze alan ana karakter geçişleri oldukça ince ve güzel oluyor. Film babanın dünyası ile açılıyor ve bir noktada kızın dünyasına geçiyor, sonra tekrar babaya ve tekrar kıza. Başta karikatürize gibi gelen karakterler film boyunca 3 boyutlu bir hale geliyor ve baba-kızın oynadıkları bu sıradışı oyun o an için dünyanın en ilgi çekici ilişkilerinden birine dönüşüyor.

Ade'nin bir senarist olarak yeteneği burada çok yer kaplıyor çünkü etrafa yerleştirdiği ayrıntılar karakterlerini gerçekten nefes alan varlıklar haline getiriyor. Beylik laflardan uzak durarak ve durum komedisini bile doğal bir hale getirerek izleyicinin yüreğini kavrıyor. Bu noktada filmin kişisel olduğunu hissediyorsunuz. Filmden sonra okuduğum röportajında Winfried karakterini babasından esinlenerek yazdığını zaten söylüyor. Ade, sinemasını karakterler üzerine kurduğunu da ifade ediyor zaten. Bir senaryoya başlamadan önce karakterleri yazdığını ve sonra üzerine hikayeyi yarattığını söylüyor. Bu da karakterleri ve gelişimlerini çok güzel açıklıyor. Tabi masaj salonları, alışveriş merkezleri, saatlik otel maceraları, mendil satan Romanyalı çocuklar ya da kişisel gelişim uzmanı ile skype sohbetleri gibi ayrıntılar filmin zenginleşmesine katkıda bulunuyor. Başroldeki iki oyuncunun performansları ise kesinlikle ödül yağmurunu hakediyor. Sandra Hüller'in obsesif ve azimli iş kadını rolündeki performansı zeka fışkırıyor, karakterini katman katman açabilmeyi bu kadar başarabilen çok oyuncu görmedim. Avusturyalı Peter Simonischek ise enerjisi ve çok fena karikatürize olabilecek karakterini inanılmaz dokunaklı işlemesi ile akıllara kazınıyor. Bu filmde gerçek bir baba ve kızı izlediğimizi hissediyoruz. En son Darren Aranofsky'nin The Wrestler'ında bu derece iyi bir baba-kız hikayesi izlemiştim ki bu film onu 3le 5le çarpacak kadar şahane.


Spoiler içeren bu final paragrafında ise bir iki sahneden bahsetmem gerekiyor. (Bu paragrafı atlayarak devam edebilirsiniz izlemediyseniz.) Filmin komik sahnelerinin başarısını ifade etmek zor. Petifür ile gerçekleşen bir cinsel ilişki ya da babanın kızın konuşmaya can attığı iş adamı ile yaptığı absürd sohbet sahneleri tüm salonuna kahkahalara boğulmasına yol açtı. Ama filmin 2 sahnesi beni derinden etkiledi. Bunların ilki cheesy bir Whitney Houston şarkısı olan "Greatest Love of All"'unun (bir baba-kız ilişkisi için ne kadar doğru bir seçim) beraber icra edildiği karmaşık sahne. Cannes'da film ortasında alkış fırtınasına yol açan bu sahne, Sandra Hüller'in gittikçe şiddetlenen performansı ile izleyiciyi sözlerdeki şaşırtıcı derecede uyumlu durumu düşünmeye zorluyor. Şarkı onu yaralıyor ama bir yandan görevini hakkı ile yerine getirerek sahneyi sert bir şekilde terkediyor. Hemen sonrasında gelen "çıplak brunch" partisi ise sinema tarihine geçecek kadar güzel. Komedi anlamında karmaşık bir yapıya sahip. Özellikle babanın bulgar yerel kostümü ile ortamı bastığı sahnede, kıllı ve kocaman babanın karşısındaki bembeyaz ve ufacık kızın masum bir şekilde kaçışmasının yarattığı ödipal karmaşa insanı gülümsetiyor. Sonrasında ise babanın hayalkırıklığı ile partiyi yine kostümü ile terkettiği ve kızın peşinden giderek yeşil bir parkın ortasında ona sarıldığı sahne beni o kadar mutlu etti ki kelimelere dökmek zor.

Filmi izlememek büyük bir hata olur. 160 dakika süren başka bir Alman komedi-draması bulamayacaksınız. 10 yıl sonra Cannes'da yarışan ilk Alman filmine bir şans vermeniz gerektiğini düşünüyorum. Ve bu filme burjuva draması diyenlere gelsin: dünyadaki bütün filmler politik durumları, dramaları, yokluğu, işkenceyi ve çingeneleri anlatmak zorunda değil. Burjuvanın yabancılaşmasını da pekala anlatabilir ve bunu bu filmdeki gibi mükemmel bir şekilde yapabilir. Üstelik dikkat edenler Romanya üzerinden AB ve kapitalizm ile ilişkili şahane tespitleri de yakalayacaktır, ama bunu yapabilmek için hala sinemayı seviyor olmak gerek bence. (9/10)

(Filmekimi 2016 film önerilerim için buraya bakabilirsiniz.)

6 Ekim 2016 Perşembe

Beyonce'den "Sorry" ve Becky'nin Gizemi

Hala bilmeyen varsa, Beyonce bu yılın en beklenmedik albümlerinden birine imza attı. "Lemonade" adını verdiği görsel albüm, birbirinden renkli şarkılarla dolu. Jack White, James Blake, The Weeknd, Kendrick Lamar gibi isimlerle iş birliği yaptığı şarkılar ve ucuca ekleyince şahane bir sanat filmine dönüşen klipleriyle gerçekten yılın pop olayı olduğunu düşünüyorum. "Freedom", "Formation" veya "Hold Up" gibi şahane pop şarkılar mevcut olsa, bir şarkı diğerlerinin arasından sıyrılıp benim bu yılki en sevdiğim şarkılardan biri oldu: "Sorry".

"Sorry" single olarak da piyasaya çıkalı oldukça zaman oldu. Siyah beyaz videosu, Serena Williams'ın kaslı poposunu salladığı, bir sürü siyah amerikalı kadının yerel kıyafetlerle dansettiği ve Beyonce'nin bir tahtta oturup şarkısını söylediği görüntülere sahip. Diğer videolar gibi bu da bir kelime ile açılıyor: "Apathy" Şarkı gerçekten de bu kavramın ruh bulmuş hali gibi. Ama öyle bir lirik var ki, şarkının son mısrasını oluşturuyor ve albümün en çok konuşulan, tartışılan mevzusu haline geldi: "He better call Becky with the good hair."



Beyonce ve Jay Z aynı zamanda Angelina Jolie-Brad Pitt'le kıyaslanabilecek düzeyde meşhur ve uzun bir ilişkiye sahip. Hal böyle olunca, Amerika'nın en meşhur 2 starının evliliğinin iç yüzünde yaşananları, Beyonce'nin bakış açısı ile anlatan bir şarkının olay yaratmaması mümkün değildi. "Sorry" daha ilk mısralarındaki "Sorry, I ain't sorry" ile insanı ikileme sokuyor, "Today i regret the night i put that ring on" mısrası ile "Sanırsam boşanıyorlar" düşüncesine neden oluyordu. "I ain't fucking with nobody" ile kendisinin hala sadakatli olduğundan dem vuruyordu. Ama şarkının bundan öte bir yanı olduğunu da düşünüyorum ve sanırım bu Becky'nin kim olduğunda ve videoda gizli.

Öncelikle Becky'nin kim olduğu ile ilgili teorilerle başlayalım. İnternette bolca tartışılan mevzulardan biri "Lemonade" piyasaya çıkar çıkmaz instragram hesabında "Good hair, don't care" diyerek nodramaqueen hashtagini bastıran tasarımcı Rachel Roy'un direk üzerine alınmış olması. Sonrasında Beyonce hayranlarının limonlu saldırına uğrayan Roy'un bu kadar hedef olmasının bir sebebi de Beyonce'tan daha çok sevdiğim kardeşi Solange'ın Jay-Z'ye asansörde saldırması vakasından sonra Rachel Roy'a giriştiğine dair haberlerin piyasaya düşmesi olmuştu. Jay Z'nin Beyonce'yi aldattığı kadının Rachel Roy olduğuna dair dedikodu kazanı kaynıyordu. (Şebnem Ferah'ın "Girdiğin küçük kaygan deliği..." vakasını andıran bir yanı var.) ( Ayrıca Solange'ın ablasını koruma güdüsünü saygı ile karşılıyorum.) (Bu kısım tamamen dedikodu ve gerçek olmayabilir, bunu da hatırlatmalıyım.)

Nitekim Beyonce bu albümde bir aldatılma sonrası, kendini onarım ve yas sürecine yer veriyor. Bunu Demet Akalın veya Hande Yener tarzı, "oh olsun" atmosferine getirmiyor asla. "Sorry" bir anlamda çok net bir şekilde öfkesini kusan bir şarkı ve Jay Z'yi itin götüne sokuyor demek doğru olabilir. Ama "Becky with the good hair" bu kadar basit bir mısra da değil.

Becky son 20 yıldır pek çok rapçi tarafından beyaz kadınlar için kullanılan bir nick haline gelmiş durumda. Bu furyayı başlatan ise Sir Mix A Lot'ın "Baby Got Back" klibindeki siyah kadını parmakla gösteren beyaz kadının isminin Becky olması oldu. Klip poposu güzel diye siyah bir kadını aşağılayan ve fahişeye benzeten sarışın bir stereotip ile açılıyor. Siyah kadın-beyaz kadın arasındaki ayrımın ise altını çiziyordu. Sonrasında pek çok rapçi bu "aptal beyaz kadını" Becky ismi ile anar oldular. (Becky geçen hiphop şarkılarını ve bu esrarı aydınlatan videolardan birini ise şurada bulabilirsiniz.) Beyonce bu ufak ayrıntıyı "güzel saç" ile birleştirerek aldatılan siyah kadının, beyaz kadını eleştirmesinin ötesine geçerek, bunu genelleştirmeyi başarıyor. Siyah kadınların afro saçlarının tarih boyunca "düzleştirilmeye" çalışılması konusunu de ele almış oluyor. Siyah kadının, günümüz batı toplumlarının güzellik normlarına uydurulmaya çalışılması zaten Afro saç stilinin politik bir duruş haline gelmesine neden olmuştu. Beyonce'de kendi kızının saçlarının doğal hali ile kalması konusundaki fikrini dile getirmişti.


Albümün temel konularından birinin, hele de Freedom ve Formation gibi iki şarkıda daha ön planda olmak üzere, "siyah olmanın dayanılmaz ağırlığı" olduğu düşünülünce, Beyonce'nin sadece aldatılmak değil, beyaz bir kadın ile aldatılmak konusunda net düşünceleri olduğu görülüyor. Klipte Serena Williams gibi güçlü bir siyah kadınla birlikte karşımıza çıkması, klipte ona eşlik siyah yerli kıyafetleri ve makyajları olan kadınların dansetmesi ve "Apathy" kelimesi tam olarak da bunlara işaret ediyor. Apati bilmeyenler için, duygusuzluk demektir, yani duygu uyandırması gereken bir olay karşısında herhangi bir şey hissedememeye karışık gelir. Beyonce bu şarkıda tam olarak da bunu yaşadığını iddia ediyor. ("Umrumda değilsin, ben club'a gidiyorum.") Ama şarkının sonuna gizli Becky ile birlikte aslında bombayı da iyice bırakıyor.

Şarkıyı dinlerken Jay-Z ile ilişkilerinin sonuna geldiklerini düşünenler elbette ki yanıldı, Beyonce çok takip ettiğim ya da hayranı olduğum bir isim değil. Ama belli ki ilişkisine devam etme kararı aldı ve bu konuda da onu eleştirmek mümkün değil. Bu albüm başlı başına Jay Z'nin kariyerinde önemli bir yer edinecek ve medyadaki konumunu sarsmayı başaracak gibi görünüyor. Beyonce "I ain't sorry" derken de sanki bunu kastediyor. "Senden intikam alıyorum, ilişkimizin ayrıntılarını bu albüme döküyorum ama üzgün değilim. Çünkü sen bunu hakettin."

Neyse, yazı şimdiden olması gerekenden uzun hale geldi ama yıl sonu listemde kendisine kesinlikle yer edinecek olan bu pop şaheseri şarkı hakkında birkaç satır kaleme almak istiyordum zaten. "Formation"'ın sözlerinde yaptığı mükemmel gönderme oyunlarını bu şarkıda da sürdürüyor ve neredeyse kişisel bir yastan politik bir duruş çıkarmayı başarıyor. Tebrikler Beyonce, kesinlikle başarıya ulaştın. (Ve biliyoruz, aslında üzgünsün.)

Kaynaklar:
http://genius.com/9046449
https://www.youtube.com/watch?v=55bhGy0ongI
http://www.usmagazine.com/celebrity-news/news/who-is-becky-in-beyonces-lemonade-see-all-the-theories-w204397

4 Ekim 2016 Salı

The Avalanches'ın 16 Yıllık Birikimi: Wildflower



The Avalanches'in ismini bilmeseniz bile en azından "Since I Left You" şarkısının meşhur klibine bir yerlerde rastlamışsınız. Hani şu iki madencinin yanlışlıkla bir dans seçmesine giriverdikleri absürd klip. İlk albümleri ile aynı adı taşıyan bu şarkı, o kadar çok ilgi görmüştü ki, albüm kısa sürede müzikseverler arasında kulaktan kulağa yayıldı ve sonrasında klasik mertebesine ulaştı. Tamamı sample'lar ile bestelenmiş şarkılar büyük bir emeğin ürünüydü ve DJ Shadow'un Endtroducing'inden beri böyle başarılı bir benzeri görülmemişti. Frontier Psychiatrist ve Close to you gibi iki klasik aradan geçen 16 yıla rağmen hala arada bir kendimi dinlerken bulduğum şarkılardır. (O zamanlar lisedeydim ve psikiyatrist olmayı hayal ediyordum. Frontier Psychiatrist'in efsane klibi bence tüm zamanların en iyi videolarından birisi.)

Avustralyalı The Avalanches, sonraki yılları sessizlik içerisinde geçirdi. Öyle ki artık kimsenin yeni bir albüm geleceğinden beklentisi kalmamıştı. Ama 2016 değişik bir yıl, pek çok büyük ismin geri dönüş yaptığı bu yılda The Avalanches bir anda yeni bir albüm yayınlamak üzere olduğunu açıkladığında herkes heyecanlandı. Üstelik ilk single Frank Sinatra, beklentilerin oldukça altındaydı ve önceki albümün kalitesinden uzaktı. Ben de bir an için, bu geri dönüşün pek de beklediğim gibi olmayacağına dair şüpheye düşmüştüm. Çok şükür ki bu şüphem yersiz çıktı. (Frank Sinatra kesinlikle güzel bir şarkı bu arada, sadece beklediğim "şey" bu değildi.)

Wildflower, içerdiği 21 şarkı ile dev bir albüm. Hani 16 yıl boyunca pek çok sample ve fikir biriktirmişler ve 2 albümlük malzemeyle karşımıza çıkmışlar. Bu açıdan takdir etmemek mümkün değil, onca zamanın yokluğunu affettirmek istiyor gibiler. Albüm epey inişli çıkışlı bir yolculuk gibi, bu nedenle her şarkıdan bahsetmek oldukça zor. Ama genel olarak sample ağırlıklı şarkılar ile vokal merkezli şarkılar olarak kafamda ikiye ayırmış bulunuyorum. Bazı şarkılar 70'ler popuna selam çakarken, bazıları Frank Sinatra gibi hiphop tadında oluyor. Pop kısmının daha başarılı olduğunu ama albümün ikisinin de altından rahatlıkla kalktığını düşünüyorum.


Albümde toplam kaç sample kullandığı yine belirlenemez düzeyde sanırım. Ama sample'ları biraz geriye çektikleri şarkılar da hiç fena değil. Benim favori şarkılarımdan "If I Was a Folkstar" Queens Of The Stone Age'in şaşırtıcı sample'ı ile Toro y Moi'nin vokalleri birleştiren müthiş bir şarkı. Klasik The Avalanches karmaşasından uzakta tatlı bir pop şarkısı. Arkadaki araba sesleri kayıt sırasında otobanda ilerlerken radyoda dinliyormuşsunuz hissi yaratıyor. Üçüncü single "Subways" ise "Since I Left You"da hiç sırıtmayacak bir düzenleme zaferi. Komik ismiyle "The Wozard of Iz" ise Danny Brown vokalleri ve aşırı yakalayıcı nakaratı ile ortalara doğru araya giren sampleları sayesinde albümde en dikkat çeken hiphop şarkısı bence. "Colours" ve "Livin' Underwater (Is Something Wild)" da sadece The Avalanches tarafından yapılabilecek türde şarkılar. "Harmony" de en mutsuz gününüzü bile neşelendirebilecek melodisi ile albümün en iyi pop şarkılarından biri.

Bu noktada sanırım beni en şaşırtan şey, 21 şarkı boyunca bu kadar çok ve birbirinden farklı fikri bulabilmiş olmaları. Elbette 16 yıl, bu kadar çok şarkının ortaya çıkması için fazlası ile yeterli ama The Avalanches'in bir grup olarak yeteneği, hem inanılmaz bir kulağa sahip olmaları hem de bunları kompozisyon haline getirirken kendilerini tekrar etmemeyi başarabilmeleri. Bu albüm yukarıda adını andıklarım dışında pek çok değişik şarkıya sahip. Beach Boys tarzı sörf pop dinlerken (Live A Lifetime Love), bir anda kendinizi bir soundtrackten fırlamış gibi duran bir ambiyansın içinde bulabilirsiniz (Saturday Night Inside Out). Elbette aralarda filler gibi duran şarkılar da yok değil, ama 21 şarkılık bir albüme bütünlüklü bir konsept olarak bakmak zor. Since I Left You zaten bu açıdan efsanevi bir albümdü. Wildflower ise güzel şarkıları ile akılda kalacak, ama diğeri kadar bütünlüklü hatırlanmayacak bir albüm. Yenisini The Avalanches, bir 15 yıl sonra yapana kadar, elimizdeki en iyi plunderphonics albümü olmaya devam edecek.

2 Ekim 2016 Pazar

Bon Iver ile Yeni Bir Sayfa: 22, A Million



Uzun süredir beklediğim gün geldi, Bon Iver 2011'den beri beklemekte olduğum albümünü yayınladı. Albümün yaklaşmakta olduğu haberi gizemli bir video ile internete düştüğünden beri birkaç ay oldu. Bu süreyi heyecan içinde takip ettim elbette. Öncelikle uzun versiyonlarını şarkı sözleri ile birlikte internete koyduğu 2 şarkıyı ve yeni albümün tamamını çaldığı konseri incelediğim yazıyı kaleme aldım. Sonrasında ise albümün en iyilerinden biri olacağını iddia ettiğim 33 God ile ilgili bir başka yazı yazdım. Sonrasında ise beklemeye koyuldum.

Bon Iver albümün ipuçlarını vermeye başladığı günden beri yerinde duramadı ve bir sürü yan proje ile uğraştı. Bu arada bir basın konferansı verdi. Belli ki tek tek röportaj vermektense, topluca yapıp kurtulmayı daha kolay bulmuştu. Bir yandan bunun oldukça eğlenceli olacağını düşündüğünü de ifade etti. Yakın arkadaşı müzikolog Trever Hagen çok içten ve duygusal bir biyografisini bile kaleme aldı. Bon Iver'in sadece 2 albüm ile günümüzün en ilgi çeken müzisyenlerinden biri olmasının sebeplerini anlamaya çalıştığım bir süreç geçirdim. Justin Vernon (nam-ı diğer Bon Iver'in ta kendisi) açıklamalarında sürekli bir önceki albümün başarısının ona depresyon olarak döndüğünü ve ünlü olmaktan hiç keyif almadığını açıklıyordu. Vernon, hayalinin bir kafe açmak ve orayı işletmek olduğuna dair mütevazi bir takım hayaller anlatıyordu. Fotoğrafının çekilmesine izin vermiyor, medyaya dağıttığı son fotolarda da deforme olmuş, yırtılmış bir takım garip görüntüler mevcuttu. Tabi, bu birçoklarına antipatik gelebilir. Yine bir amerikalı müzisyen ünlü olmanın zorlukları üzerine bir şeyler anlatıyor. (Tek albümle 2 Grammy aldığını hatırlatırım.) Yine birileri çıkıp, "Bakın ben artık sizin tanıdığınızı zannettiğiniz ben değilim." diyor, albümü de resmen bu temel üzerine kuruyordu. Vernon, bu kadar klişe bir rol için fazlası ile iyi bir adam. Çünkü ne olursa olsun naif bir yanı var. Kanye West gibi ağır narsisistik bir adam ile ilişkisini bu derece iyi yürütmesi, James Blake gibi zor bir herifin albümünde kenardan mükemmel sesi ile şarkıyı renklendirmesi ya da Frances and the Lights'ın Friends klibindeki (izlemediyseniz önerilir) zorlama ama tatlı dansı sempatiden başka bir şey uyandırmadı bende. Hani biraz sıkılgan, duygusal ama bir şekilde yerinde duramayan hiperaktif bir çocuk gibi.



Albüme geçmeden önce epey uzun bir giriş yaptığımın farkındayım, ama Bon Iver albümü 2011 yılında piyasaya çıktığından ve beni derinden etkilediğinden beri o kadar güzel bir albüm hala yapılmadı. (Belki Sufjan Stevens'ın Carrie and Lowell istisna olabilir.) 2016 müzik açısından tarihe geçecek bir yıl elbette, Vernon da bu yılı atlamadı ve bütün büyüklerin yanında beni en çok meraklara sevkeden de kendisi oldu. Ve albüm hakkında elbette live versiyonunu dinlemem sebebi ile bir önyargım vardı. Albümün son halini dinlediğimde de bu fikrim çok az değişti.

Albümün açılışını yapan (kusura bakmayın garip sembolleri klavyemin el verdiği hali ile yazacağım) 22 (Over Soon) zaten oldukça iyi bir şarkı olarak dikkatimi çekmişti. Bir önceki albümün Perth gibi bir başyapıt ile açıldığını düşününce, onunla kıyaslamak sadece haksızlık olacak. Ama bu şarkı bence bu albüm için mükemmel bir açılış çünkü albümün sizi çıkaracağı yolculuğun haritası gibi. Vernon, tanrı vergisi sesi ile kalbimizin telini titretirken alışık olmadığımız samplelar, auto-tune ile bozulmuş vokaller, elektronik kırıntılar ve saksofon karşımızda duruyor. "Merak etmeyin, pek yakında bitecek diyor gibi, sadece sizin için kaydettiğim bu 10 şarkıya bir kulak verin."

10deathbreast'in albümün 2. şarkısı olması ile ilgili şöyle bir düşüncem var, lafı uzatmak istemiyor Vernon. Şaşırtmak için hazırlanmamızı beklemek istiyor. Ondan beklemediğimiz şeyi hemen başta bize gösteriyor ve sonrasında geleceklere hazır olmamızı istiyor. Daha önce yorumladığımda albümün genelinde nasıl bir yere düşeceği konusunda emin olmadığımı ifade etmiştim, ama şimdi albümün tamamını dinlediğimde gerçekten doğru bir seçim olduğunu düşünüyorum. Sonrasında gelen 715 - Creeks zaten aynı şaşırtmacayı sürdürmeye devam ediyor. Kanye'nin etkisini en hissedeceğiniz eser bu sanırım, çünkü neredeyse müziğe bile ihtiyaç duymamış. Vocoder ile bozulmuş sesi ile bizi yabancılaştırmak konusunda bir adım daha atıyor ve çok duygusal bir iş çıkarıyor. Şarkının ismindeki Yunan sembolleri ise ilk albüm sonrası tek başına kalabilmek için Yunanistan'a yolculuk yapması ama sonunda daha beter depresyona girip dönmesi sırasında yaşadıklarına bir gönderme elbette. Bu dönemde yaşadığı panik ataklar sonucu bir süre tedavi görmesi gerekti, ama sonuçta tıpkı ilk albümde ıssız bir kulübeye kapanması hikayesinde olduğu gibi bir şekilde malzeme toplamayı başardı.



Albümün en güzel şarkısı olması mümkün 33 "God" hakkında zaten bir yazı yazdım. Ama albümün temel taşı olduğunu düşünmemin sebebi, bu albümün diğerlerinden farklı olarak daha çok inanç ve kendine ulaşmak üzerine bir yolculuk olduğuna dair en bariz şarkı olması. Bir aşk şarkısı elbette, pek çok Bon Iver şarkısı gibi özünde. Ama kaçırılmaması gereken ayrıntı bir önceki albümün yaşam-ölüm-mekan üzerinden gezinen atmosferini, burada dini semboller, simgeler ve arayışa bırakmış olması. Vernon'ın din bilimleri okuduğunu biliyorsanız eğer, albümdeki yoğun budizm ve incil göndermeleri size daha mantıklı gelecektir.

29 #Strafford APTS Bon Iver hayranlarının en sevdiği şarkı olacak gibi, çünkü eski albümlere koysanız bile sırıtmayacak türde bir akustik harikası. Vernon'ın neredeyse Country tadına ulaştığı şarkı gerçekten gitarın gıcırtısını duymayı özleyenler için önümüzdeki birkaç yıl içerisinde klasik sayılacak gibi görünüyor. Hatta zorlarsanız ilk albüme bile sokabilirsiniz ki bu ilk albümü seven ama sonra "Bon Iver bozdu abi ya" edebiyatı yapan arkadaşlar için ilaç görevi görecektir. 666 t ise sizi özlediğiniz Vernon falsettoları ile buluşturacak, yavaş ve tatlı bir şarkı. Yine deneysel sulardan biraz uzaklaştığını düşünüyorum. Burası albümün ortasında sığınabileceğiniz bir ada gibi daha çok. Şarkının adının ima ettiği satanik imaları çok aradıysam da, aksine daha çok dua, huzur ve ders almak gibi kavramları bulabildim. Zaten çok minimalistik tatlı bir şarkı bu.

21 Moon Water, transa sokan Bon Iver şarkıları arasında girecek. Autotune ile bozulmuş vokali, yer yer ürkütücü olabilen atmosferi ile benim en sevdiğim şarkılardan biri oldu. Okült bir imgeye yer veriyor olmasının yanında, şarkının sözlerinin tam olarak ne ifade ettiği konusunda kafam karışık. Ama Bon Iver'in Kid A'i ya da Age of Adz'i benzetmelerini duyacaksanız, sebeplerinden biri bu şarkı olacak. Ben buram buram Bon Iver koktuğunu düşünüyorum. Zira tıpkı önceki albüm gibi, albümün sonunda doğru bambaşka ruhani bir atmosfer iyice ortaya çıkıyor. 8 (circle) aynı atmosferi bozmadan, aynı şarkının devamı gibi girerek sizi içine soktuğu ruhani atmosferi yükseltiyor. Sona doğru şarkı epey yükseliyor ve saksofonlar hafif kakafonik bir hal alıyor ama asla tam olarak kaybolmanıza izin vermiyor. En sevdiğim şarkılarından biri olan Beth/Rest'i anımsatması ile birlikte albümün en bahsedilen şarkılarından biri olacak gibi görünüyor.



___45____, albümün sonuna yaklaşırken Vernon'ın numaralarının bitmediğini gösteriyor. Saksofon ile düet yaptığı orijinal bir fikir ile ortaya çıkıyor ve bu yetmiyormuş gibi vocoderı neredeyse abartarak kendisini parçalara bölüyor. 4-5 kişi beraber söylüyormuş hissi veren bu karmaşık şarkı, James Blake'in son albümüne koysanız asla sırıtmaz. Albümün sonunda ise 00000 Million, Beth/Rest'in anımsatan bir başka şarkı. Vernon en gurur duyduğu şarkısının Beth/Rest olduğunu söyler. Neredeyse kitsch bir 90'lar atmosferine sahip bu şarkı, bir önceki albümün finalini yapıyordu. Çok melankolik, çok nostaljik bir şarkı bu da. Albümün son yarısında ortaya çıkan o yoğun hissi oldukça zirveye çıkarıyor ve burada da noktayı koyuyor. Birkaç ay sonra favori şarkım olmaması için hiçbir sebep göremiyorum çünkü her dinleyişte daha da yürek burkan vokal melodileri dikkatimi çekiyor.

Albüm hakkında söylenmesi gereken temel şey şu: ne kadar ilk dinleyişte garipseyecek olsanız da, tekrar tekrar şans vermekten çekinmeyin. Şarkılar zihninize yerleştikçe bir yapbozun parçaları gibi sizi daha da etkileyecek. Albüm çıkalı bir gün oldu ve ben her dinleyişte kendimi biraz daha kaptırmış buluyorum. Justin Vernon rahatlıkla başarısızlıkla sonuçlanabilecek bu denemenin altından alnının akı ile kalkmış ve ruh dolu bir albüm yaratmayı başarmış. Bir önceki albümün yükü altında ezilmesine gerek bile kalmamış bu sayede. Kendi başına bambaşka bir albüm olarak karşımızda duruyor. Vernon, ne kadar kaçmak ve kendini görünmez hale getirmek konusunda çaba sarfetse de, bilinçdışında bir kısım tam tersini yapıyor sanki.

Justin Vernon depresyonunun tedavisini müzikte buluyorsa, bize de onu takip etme ve yeteneğine kulak verme şansı tanıyor. Yüceltmenin böylesine her zaman kapım açık ve bu albümün beklentilerimi karşılamasının sevinci şu an bana yetiyor.