22 Aralık 2016 Perşembe

Kaytranada'dan Elektronik, Funk ve Rnb Güzellemesi: 99.9%


Kaytranada'nın henüz 24 yaşında genç bir müzisyen olması insanda haset uyandırıyor. Kanada doğumlu, Haiti kökenli bu adam, şimdiden ülkesinin en prestijli ödüllerinden biri olan Polaris müzik ödülünü kazandı. Üstelik Grimes ve Carly Rae Jepsen gibi iki sükseli ismi geçmeyi başararak...

Öncelikle yılın en tatlı müzik videolarından biri olan Lite Spots'a göz atmanızı öneririm. Bir robotun başrolünde olduğu bu kadar güzel ve tatlı bir şey izlemeyeli çok oldu. (Chappie'yi izlemediğimi belirteyim.)


Kaytranada, bu albümünde oldukça geniş bir spektrumda geziniyor. Açılış şarkısı Track Uno, başlı başına güzel bir IDM eseri. Ama Kaytranada daha çok rnb sularında gezinmeyi seven bir adam. Yılın en iyi albümlerinden biri olan Frank Ocean'ın Blonde'u ile kıyaslamak yersiz olacaktır. Ocean kendini ciddiye alan bir adam, Kaytranada ise müziğinin olabilecek en tatlı hale gelmesi için özel bir çaba sarfediyor. Albümün en güzel şarkılarından biri olan Got It Good (Feat. Craig David) bunun en güzel örneklerinden biri. Dinlemeye doyamayacağınız bir şarkı. Üstelik çoktan unutulmaya yüz tutmuş Craig David'i görmek bile bende nostaljik bir etki yaptı. (En son lisede dinlemiştim herhalde.)

Yaz ayları için ideal bir albümdü muhtemelen, ben ne yazık ki kışın en soğuk günlerinde kendisi ile tanıştım. Together içinizi ısıtacak bir şarkı. Sonrasında gelen Drive Me Crazy ise albümün çeşitliliğinin ürünü olan bir hiphop şarkısı. Finaldeki gitar solosu gerçekten şaşırtıcı.

Weight Off ise güzel bir düzenlemenin ürünü. Davulları çok başarılı buldum. Özellikle dikkatle dinlenildiğinde şaşırtıcı ayrıntılarla dolu. Bu şarkının şaşırtıcı bir yanı da kompozisyondaki denge. 24 yaşında olmasına rağmen bu kadar tecrübeli yaklaşabiliyor olması şaşırtıcı. Kaç tane 20 yaşında müzisyen şimdiden Madonna'nın turnesinde en az 2 konsere ön grup olmayı başardı ki?


Glowed Up ise daha minimalistik sularda yüzen, albümün en iyi şarkılarından biri. Anderson Paak'in vokalleri ile birlikte hafif tembel ritmi iki müzisyenin de tam olmak istedikleri yerde durduğunu düşündürüyor. Son bir buçuk dakikası ise bambaşka bir şarkıya dönüşüyor ve zaten güzel olan şarkı beklenenden çok daha iyi bir şekilde sona eriyor.

Breakdance Lesson N.1 ise albümün en başarılı synthlerinden bir kısmına sahip, acayip bir synth şarkısı. Bu hali ile eski bir Daft Punk albümünde kendine yer bulabilirmiş. Yukarıdaki klipte de dinlediğiniz Lite Spots ise albümde misafir müzisyen olmayan az şarkıdan biri. Aslında Brezilyalı şarkıcı Gal Costa'nın "Pontos de Luz" isimli şarkısının remixlenmiş hali olduğunu düşününce bunun çok da doğru olmadığını düşünüyor insan. Merak uyandıran ise Kaytranada'nın bu şarkıyı nereden arayıp bulmuş olduğu.

Albümde 15 şarkı var. Hemen hemen her şarkının kendi başına iyi olduğunu düşünüyorum. Elbette bir albüm olarak en büyük kusuru da aslında burada. Bütünlüklü bir eserden ziyade, genç bir müzisyenin kendini kanıtlama çabasını dinliyorsunuz. Kendini oldukça da iyi kanıtlıyor aslında. Bu kadar genç yaşta böyle bir DJ'lik yeteneği, bu kadar iyi bir kulak zor bulunur. Kanada'nın en ümit vaadeden elektronik müzik adamlarından biri olacağını söyleyebilirim.

19 Aralık 2016 Pazartesi

Barbarların İstilası, Karanlık ve Ölüm

Böyle yazıları artık daha az yazdığımı fark ediyorum. Sanırım gerçek hayatta bu kadar mutsuzken, buraya da bunu taşımak istemiyorum. Burada sevdiğim şeylerden bahsetmek istiyorum, sanki hala hayatta kalmak için bir sebep varmış gibi. Kendimi kandırıyorum elbette, ama herkes biraz kendini kaldırıyor. Bir ülkede haftada 3 büyük olay olduğunda (2 patlama ve 1 suikast) o ülkede her şey kontrolden çıkmış demektir. O ülke yokuştan aşağı doğru, uçuruma doğru sürükleniyor demektir. Ben böyle düşünürdüm yani, Türkiye stabil bir ülke iken ve haberlerde bambaşka ülkelerin bu haberlerini gördüğümde. Şu an Moritanya, Nijer ya da aklınıza gelebilecek herhangi bir geri kalmış ülkeyle nasıl bir farkımız var? Ülkenin diğer yüzde 50'si mü tutuyor hala bu ülkeyi ayakta?

Alışmak da istemiyor insan, tam olarak da alışamıyor zaten. Bir miktar alışabiliyor. Gerçekten bütün bir toplumum aklını kaçırmasını izliyor gibiyim. Gerçekliğini kabul etmekte zorlanıyorum. Hitler öncesi Alman toplumunu anlamakta hep zorlanmışımdır. Haneke'nin Das Wiesse Band filmi bu konuda zihnimi açmıştı mesela. Toplumun yozlaşmışlığı üzerine düşünmüştüm oldukça. Türk toplumunun şu halini daha az yozlaşmış görmüyorum. En ahlakçı geçinenlerin en pis şeyleri yaptığı, tacizin ve tecavüzün sıradanlaştığı, modern köleliğin sorgulanmadığı, insan hayatının hiçbir değere sahip olmadığı fikrinin herkes tarafından kabul edildiği ve kitlelerin kendilerine ezberletilen cümleleri tekrarlayıp durduğu bir toplum. FETÖ, Kılıçdaroğlu, Cehape, Batı'nın oyunları, CIA vb... kelimelerin bolca kullanıldığı, beyinsiz bir toplum. Beyinsiz diyorum çünkü gerçekten insanların beyinlerini ve sorgulama kapasitelerini bir takım yayın organlarına ya da üst mercilere bıraktığı, böylece düşünmek için enerji harcamak zorunda kalmayacakları bir toplum bu. İnsanların kendini kullandırmak, sömürtmekten gocunmadığı, olan biteni görmek bir yana sadece kötülüklere alet olduğu bir toplum. Buna halk bile demek istemiyorum, çünkü Türkiye artık kendini bir halk olarak görebilecek durumda değil. Elbette bu bir süredir başımızda olan ve ahlaksızlığı, insanların en karanlık arzu organlarını gıdıklayarak kural haline getiren insanların bunda payı büyük.

Rus büyükelçisi öldürüldü, hem de ne kadar doğru olduğunu bilemediğimiz ama sadece öfke pompalayan haberlerin etkisi ile beyni yanmış bir adam tarafından. Polis olduğu söylenen bir adam tarafından. IŞID binlerce insanı öldürdü, TAK yüzlerce insanı öldürdü, FETÖ de öyle. Birini ya da öbürü suçlamak ve diğerine içten içe hak vermekten, sadece kendi işimize gelen ölümlere üzülecek bir ruh hallini benimsedik. Bir Rus'un ölümü diğerlerinden daha önemli değil elbette, en azından masum insanlar söz konusu olduğunda. Ama ülkeyi daha derin bir batağa sürükleyeceği ve muhtemelen geleceğimizi karartacağı kesin.

Bir gün iş işten geçtiğinde, bütün huzurlu günlerimizi unutacağız ve travmalar ardı arkasına gelecek. Tarih elbette olan biteni temize geçtiğinde, gelecek nesiller gerçekte ne olmuş bunu görecek. Ama biz çoktan ölmüş olacağız ve ne kadar vatansever, zeki, dahi, çalışkan olduğumuzun bir önemi olmayacak çünkü söz konusu ölüm içgüdüsü olduğunda, zekanın hiçbir önemi kalmıyor. Ölüm bir çoban ile bir profesörü beraber alıyor. Üzülüyorum çünkü bazen bu olan biteni görmeden, tüm dünyaya ve yaşadığım ülkeye inancım yok olmadan önce ölmüş olmayı diliyorum. En azından mutlu olabilirdim, insanlara dair bir umuda sahip olarak ölebilirdim. Ama sadece insanların iğrenç varlıklar olduğunu ve bir tür yok olmamızın diğer canlılar için hiç de fena olmayacağını düşünerek öleceğim.

Hiçbir zaman anlamayacağım, bir insanın başka bir insanı, doğduğu topraklar, inandığı kutsal varlıklar ya da para için öldürmeyi nasıl başardığını. Hala anlayamıyorum zaten. Dünya olduğu gibi fazlası ile zor ve acı dolu. Biz ise sadece daha korkunç hale getiriyoruz. Barbarların istilası başladı ve bunu durdurmak için topluca ölmek dışında yapabileceğimiz bir şey gelmiyor aklıma.

18 Aralık 2016 Pazar

Kanye West - The Life of Pablo (2016)


Bu albüm hakkında bir şeyler yazmak için çok geç kaldığımı biliyorum. Nedense bir şekilde geriden takip ediyorum bu sene güzel albümleri. 2016 müzik açısından ne kadar aşmış bir yıl olduysa, hayatım açısından da o kadar kötü bir yıl oldu. Çoğu zaman müzikten zevk alacak birkaç adet dopamin molekülü bulabildiğime şaşırıyorum.

Kanye West tüm albümlerini istisnasız dinlediğim az müzisyenden biridir. Hip hop benim için en itici müzik türü iken (ki aslında bu metaldi ve öyle kalacak gibi görünüyor.) Kanye daha önce kimsenin yapamadığını yapmış ve College Dropout ile beni "ritimle konuşan adamlar" önyargısından kurtarmıştı. Hiphop, pop müziğin herhangi bir alt başlığı gibi inanılmaz düzenlemelere, hikayelere, melodilere sahip olabiliyordu. Kanye'nin ilk 3 albümü oldukça kusursuz işlerdir. Bazıları Graduation'ı pek sevmez ama ben en iyi albümlerinden biri olduğunu düşünüyorum. Üstelik kısmi hayalkırıklığı yaratan 808s&Heartbreak'in popsu atmosferine bir hazırlık da teşkil ediyordu. Tabi sonrasından tüm zamanların en iyi albümlerinden biri olarak rahatlıkla kabul edilebilecek My Beautiful Dark Twisted Fantasy geldiği için bu aralar artık şikayet edecek kimse bulamazsınız. Sonrasında gelen Yeezus ise bir nevi geri adım gibiydi, ama tamamen bambaşka bir müzik türüne dönmüştü Kanye. Bu açıdan geriye dönüp tüm kariyerine baktığımda, birbirinden farklı şeyler denemeyi alışkanlık haline getirmiş cesur bir adam görüyorum. Kanye'nin müziği gerçekten mutfaktan oluşuyor. Mükemmel düzenlemelerin adamı ve kulağı o kadar iyi ki ölümcül bir melodiyi onun kadar iyi yakalayabilen çok fazla rapçi görmedim. Neredeyse varolan bütün müzik türleri arasında özgürce gezindi, hep kendini ve özel hayatını anlattı. Bunaltıcı derecede narsisist olmasına rağmen asla sıkıcı hale gelmedi. Eksik yanlarını kapatmak için yarattığı grandiyöz kendilikle yeri gelince dalga geçmesini de bildi.

Life of Pablo'nun bunların üstüne, benim tarafımdan bu kadar geç dinlenmesinin sebebi, hem 2016'nın berbat bir yıl olması, hem de albüm hakkında kötü yorumlar okumuş olmam. Pitchfork bir şekilde 9.0 vermişti ama onların Kanye'yi nikahlarına alacak kadar sevdiklerini bildiğimden pek objektif bir puanlama olmadığını düşünüyordum. Yıl sonu listelerinde klibini izleyip, sonrasında bağımlısı olduğum "Fade" olmasa, bu albümü kim bilir ne zaman dinleyecektim. Şimdi söyleyebilirim ki, iyi ki dinlemişim. Yılın en güzel albümlerinden birini az daha kaçırıyordum.

Tek tek şarkıları anlatmak gibi bir işe girişmeyeceğim. Pablo'nun hangi pablolar olduğu ile ilgili klasik cümleler kurmayacağım. Ekşisözlükte bunu benden daha iyi yapan insanlar olmuş, ben de onları ilgi ile okudum. Yine de birkaç bir şey söylemek istiyorum.


Kanye sanırım bu albümde bugüne kadarki en kusurlu prodüksiyonunu ortaya çıkarmış, ama bir şekilde bu asla batmıyor. Aşırı maksimalist kusursuzluğunu bir kenara bırakması bile güzel. Ortaya tek tek şarkılarını severek dinleyeceğiniz bir albüm çıkmış, bir konsept albüm yerine. Açılış şarkısı "Ultralight Beam" gerçekten güzel bir şarkı mesela, gospel havasına sahip oldukça "feel good" şarkısı. Kanye hayatının ne kadar yolunda gittiğini çok tatlı bir şekilde ifade etmiş. (Pitchfork'un yılın şarkısı ödülü elbette abartı.) Sonrasında gelen Father Strech My Hands Pt. 1 ve Pt. 2 nostaljik sözleriyle oldukça dokunaklı, müzikal anlamda da şahane eserler. Özellikle Pt. 2'nin birden 90'lar latin popuna göz kırpan ritmi şaşırtıcı. Tekrar dinlenebilirliği oldukça yüksek. Auto-tune kötüye kullanımı da burada daha mantıklı düzeye inmiş görünüyor.

Famous ise bence kesinlikle klasik bir pop şarkısı değil. Elbette kendine MBDTF'de de yer bulabilirmiş. Rihanna elbette bu şarkıda adeta bir görev adamı gibi vokalini teslim etmiş. Zaten o olmadan bir Kanye albümü olabilir mi emin değilim. Özellikle Nina Simone coverı yaptığı kısım epey iyi. Yıl sonu listemde olacağını düşündüğüm bir şarkı. Çünkü gerçekten zıt duygular arasında geçiş yapıyor. Kanye'nin bu albümü çoğu zaman epey thug-life tadında giderken, inanılmaz tatlı bir havaya bürünüyor. Oğlu Saint doğduğundan beri böyle bir ruh halinde sanırım.

Feedback'in endüstriyel sample'ı, Lowback'in nostaljisi, I Love Kanye'nin komedisi, Waves'in tekrar düzenlenmekten bir hal olduğu haberleri (ve Chris Brown'ın beğenilmeyen vokalleri) falan derken albüm geçip gidiyor. Highlights ve Freestyle 4 ise erken erişim oyunları gibi, daha çok üzerinde uğraşılması gerekirken yarım bırakılmış şarkılar gibi duyuluyor. Neyse ben daha çok bayıldığım kısma odaklanacağım.

Albümün FML ile başlayan birkaç şarkısı epey epey epey iyi. Standart pop bir Kanye albümü dinlediğimi düşünürken kendimi oldukça dokunaklı bir atmosfer içinde buldum. Sanırım benim eskiden beri sevdiğim Kanye West, hep bu hüzünlü noktalara dokunan adam. Never Let Me Down, Homecoming ya da Through the Wire'ı yapan adam. FML tüyler ürpertici bir opera gibi ilerlerken modunuzun yavaşça huzurlu ortamdan uzaklaşıyor ve West'in dev kendiliğinin içinde gizlediği kırılgan kısımlara girmeye başlıyorsunuz. The Weeknd'i de hiç sevmem ama bu şarkıda olmuş. Mükemmel bir şarkı ama daha da iyisi pek yakında duruyor (Wolves). Real Friends aynı moodu devam ettiren ağır bir şarkı. Tabi şarkının adının da epey dışa vurduğu gibi, "Gerçek dost mu, o da ne?" modunda ağladığı bir şarkı olmasına rağmen Silent Hill müziklerinden sample'lanmış gibi bir his veriyor. Sonrasında da albümün en güzel şarkısı olduğuna sonunda ikna olduğum Wolves geliyor.


Wolves'u şimdiden yıl sonu listemde güzel bir yerde görebiliyorum. Hatta az önce yukarıda saydığım hüzünlü Kanye klasikleri arasına koyuyorum. Auto-tune bile zerre rahatsız etmiyor beni. Huzuru bulmuş Kanye West'in bile yaşadığı kaybetmek korkusu bu kadar iyi anlatılamazdı. Kavinsky'nin Nightcall'u ile aynı kurt seslerini sample'ladığı (ve autotuneladığı) için ayrıca şaşkınlık yaşadım. Arada Sia da giriyor ve yine Rihanna gibi, konuk sanatçı olarak görevini yerine getiriyor. Ama tabi Kanye'nin konuklarına seçtiği yerler her zamanki gibi oldukça isabetli. Wolves ilk dinleyişte pek hakkını verebileceğiniz bir şarkı olmayabilir, ama biraz içinizde büyümesini bekleyin. Frank Ocean bu şarkının outro'su da sayılabilecek olan 38 saniyelik bir Frank's Track söylüyor. Evet, adı bu. Adam yerin hazır demiş gibi.

Fade veya No More Parties in L.A. gibi süper şarkıları yazmak bile istemiyorum, zira onlar çoktan internet aleminde fazlası ile toz kaldırdılar. Ben sadece bunu yakalamak için çok geç kaldım. Kanye West yılın en iyi albümünü yapmamış, ama en "yeniden dinlenebilir"ini yapmış olabilir. Bu açıdan diğer albümleri için de geçerli olan bu durum, bütün egoizmine rağmen nasıl da işinin hakkını verdiğini gösteriyor. Kanye yapsın, biz daha uzun yıllar dinleyelim. Kardashian ve çocuklarla mutlu bir ömür diliyorum kendisine.

17 Aralık 2016 Cumartesi

Hearthstone Güncesi: Gadgetzan Legendary'lerine Ayrıntılı Bir Bakış Pt. 4


Seriyi yazarken en önemli legendary'lerden birini unuttuğumu fark ettim: Kazakus. Şu ana kadar elime 3 adet MSoG legendary minion'ı geçti ve bir tanesi kendisi. Ne kadar iyi bir kart olduğunu, ne kadar işime yaradığını anlata anlata bitiremem. Inkmaster Solia da bulabilirsem, rank 10 ve üzerine çıkmak pek zor olmayacak.

Kazakus


Bu kartı ne kadar övsem azdır. Blizzard'ın dehasının ürünü olan bu kartın ne gibi artıları olduğunu anlatayım. Öncelikle sadece 4 manada kullanılabiliyor. Bu da onu Brann Bronzebeard için mükemmel bir arkadaş haline getiriyor. Genelde önceli el Brann'i yaşatmaya çalışıyorum ve bir adet 5 manalık bir adet de 10 manalık büyü yapıyorum. Çoğu zamanda removal yerine geçebilecek "deal x damage to all minions, ressurrect x minions" kombosu yapmaya çalışıyorum. Kazakus'u kullanabilmek için deckinizde her karttan bir adet bulundurmak zorundasınız. Bu nedenle mage olarak oynayacaksanız mesela Flamestrike veya Blizzard gibi büyülere denk gelme ihtimaliniz azalacak. Bu açıdan size inanılmaz bir kaynak sağlıyor. Tabi büyüyü ihtiyacınıza göre kendiniz üretebilirsiniz. Warlock iseniz demon summon edebilir, Priest'seniz minionlarınızın sağlık seviyesini arttırabilirsiniz. Sanırım Kazakus'un zayıf olduğu tek class Rogue, çünkü Beneath the Ground büyüsü sayesinde deckinize 3 adet Nerubian kartı sokuyor. Bu sayede Reno Jackson'ı da bu kart ile birlikte etkisiz hale getiriyor. Ama bunun dışında sizi zor anlarda düzlüğe çıkaracak dev bir kart. (5/5)


Sergeant Sally


İlk bakışta çok matah görünmeyen bu kart, aslında eşi benzeri olmayan bir removal olarak işlev görüyor. Hele Warlock iseniz sınırlı sayıda removal büyüsüne ulaşım imkanınız olduğundan, bu karta Power Overwhelming vererek rakibinizin bütün minionlarını kolayca temizleyebilirsiniz. Tabi güzelliği diğer Warlock kartları gibi kendi minionlarınıza zarar vermiyor olmasında. 3-4 manalık bir Flamestrike gözüyle de bakabilirsiniz. (3.5/5)


Shaku, the Collector


Shaku, son zamanlarda popüler olmaya devam eden Burgle rogue için üretilmiş bir kart. Bu deck dışında ne kadar faydalı olacağı konusunda şüpheliyim. Stealth özelliği size en azından 1 kart sağlayacağını garanti ediyor. Diğer yandan statlarının biraz düşük olduğunu düşünüyorum. Muhtemelen yerde 1 el kalacak bu kart, elbette uygun deckte israf olmayacaktır ama bu expension'ın zayıf legendary'lerinden biri olacak. (2.5/5)

Geriye yalnızca 3 legendary kaldı. Onları da serinin son bölümüne kaldılar.

Not: Bu yazı yazılırken Kanye West'in dinlemekte çok geç kaldığım ve eleştirmenlerin olumsuz yorumlarına rağmen başarılı bulduğum "Life of Pablo" albümünü dinliyordum.

14 Aralık 2016 Çarşamba

Hearthstone Güncesi: Gadgetzan Legendary'lerine Ayrıntılı Bir Bakış Pt. 3

Bölüm 1 için buraya tıklayın.
Bölüm 2 için burayı tıklayın.

Son günlerde gerçekten "Kazakus secret freeze mage deck"'imle 17-13 rank arasını ele geçirmiş Jade Druid'lerle boğuşmaktan oyundan zevk alamaz oldum. Metanın tekrar dengeye gelmesi belli ki biraz vakit alacak, bu süre zarfında olabildiğince az oynamayı düşünüyorum. Nerflenmesi gereken kartların başında 1 manalık druid secret'ı geliyor. Oyunun sonuna doğru kendi kendinin 3'er kopyasını çıkarması ile birlikte çin seddi gibi golemleri önünüze döşüyor.

Neyse legendary incelemesine kaldığımız yerden devam edelim.

Madam Goya


6 manalık bir minion için oldukça düşük statlarına rağmen madam goya gerçekten işe yarayabilir mi? Kullanışlı olabileceği birkaç durum aklıma geliyor. Bunlardan ilk özellikle Kazakus ya da Reno Jackson gibi anahtar kartları tekrar dolaşıma sokabilecek olması. Bu açıdan kendi kendine Entomb yapma kartı olarak da görülebilir. Bunun dışında 6 manada kullanılması durumunda deck'inizden Ysera, Y'Shaarj ya da Malygos gibi bir kartı yere koyabilir ki bu otomatik olarak oyunu kazandığınız anlamına geliyor. Ama yüzde 90 durumda bu kadar şanslı olmayacağınızı söyleyebilirim. Bu da Madam Goya'yı tasarımı en güzel ama bir yandan en rastlantısal kartlardan biri haline getiriyor. Belki statlarını biraz daha yüksek tutsalardı daha tercih edilir olurdu. (3/5)

Mayor Noggenfogger

Bu expansion'ın en orijinal kartı karşınızda duruyor. Bir çeşit misdirection jeneratoru gibi işleyen Mayor'un farkı kendi minionlarınıza vuramıyor oluşunuz. (Animasyonu sadece görsel amaçla bu mümkünmüş gibi gösteriyor.) Mayor rakibinizin size saldırmaya korkacak hale getirebilir. Yerde 3 veya üzeri minionınız varsa bu daha da tedirgin edici. 10 manalık bir Pyroblast'ı size atmaya çalışırken yerdeki 1/1'lik miniona harcama ihtimali de, elindeki 5'lik Arcanite Reaper'ı size vurmaya çalışırken 7'lik bir miniona kafa göz dalmak zorunda kalmaları ihtimali de yüksek. Bu açıdan faydalı gibi görünse de yukarıda 9 mana olduğunu gören herkes bir şekilde bu kartın sadece eğlence amaçlı kullanılması gerektiğine ve aklı olanın deck'ine koymayacağına ikna oluyordur. Mayor eğlenceli bir kart ama tempo kaybınız o kadar büyük olacak ki sonrasında toparlamanız zor. (2.5/5)

Patches the Pirate


Blizzard gerçekten mi? Bu kartı mı bize reva gördün. Pirate serisinden oldum olası hoşlanmadım. Bu kart da doğru bir kombo ile oldukça işe yarayabiliyor. Oyunun başında kullanmanız durumunda yerde 1/1lik bir tempo kazancınız oluyor. Diğer yandan bu kartı Rogue olarak kopyalamazsanız bir böcek gibi ezilip gideceği de ortada. Pirate Warrior ya da Rogue değilseniz kullanmanız sadece kart israfı olacaktır. Blizzcon'da süper bir kartmış gibi tanıtılması aklıma geliyor da, hala anlayamıyorum. (2.5/5)

Raza the Chained


İşte Priest'in hakettiği muhteşem kart. Bu kart o kadar güzel ki, yere indiği andan itibaren tempo avantajı sonsuza kadar size geçmiş demektir. Tıpkı Justicar Trueheart gibi bu etkiyi ortadan kaldırmanın tek yolu Dirty Rat gibi bir şey kullanıp battlecry etkisini by-pass etmek. Yoksa hele Justicar da atılmışsa, bedavadan 4 health hele de Auchenai Soulpriest ile bedavadan 4 hasar vurmak da mümkün. Hele shadow forma geçerseniz ortalığı dağıtırsınız. Üstelik 5 manaya 5/5'lik statıyla bile yerde önemli bir yer kaplıyor. Priest decklerinin vazgeçilmezi olacağı kesin. Şu an en çok aradığım legendary oldu bile. (5/5)

Dipnot: Bu yazının yazımı sırasında M.I.A. - Borders ve Kanye West - Fade dinlenmiştir.

13 Aralık 2016 Salı

Hearthstone Güncesi: Gadgetzan Legendary'lerine Ayrıntılı Bir Bakış Pt. 2

İlk bölüme buradan ulaşabilirsiniz.

Şimdilik MSoG'dan çok keyif aldığımı söyleyemem çünkü meta aniden Jade Golem druidleriyle dolup taştı. Bu türe face gitmek dışında bir çözüm bulabilmiş değilim. Freeze mage'imle bile zorlanıyorum. Sanırım Jade spell'leri biraz nerflenecektir. 1 manaya dev golemler atmak oyunun sonuna doğru çok kolaylaşıyor ve kazanmanızı imkansızlaştırıyor.

Neyse, yine bir nöbet gecesi kaldığım yerden devam ediyorum.

Inkmaster Solia


Inkmaster Solia, benzerlerini ilerleyen kartlarda da göreceğimiz bir özelliğe sahip. Büyücü ekibimizin ana kartı olan Kazakus'a yardımcı bir Mage kartı gibi görünüyor. Solia aslında göründüğünden daha çok işe yarayabilecek bir kart. Blizzard, belirgin bir şekilde büyücü grubunu tıpkı Reno Jackson deck'leri gibi "highlander" formatta hazırlamamızı istiyor. Deckinize her karttan bir tane koymak elbette büyük bir risk, çünkü istediğiniz kartın elinize gelmeyeceğini ve daha çok yaratıcılığınızı kullanmak zorunda kalacağınızı söyleyebilirim. Çoğu zaman elinizdeki malzemelerle harikalar yaratmanız gerekiyor. Solia, Kazakus'u 4. elde attığınız takdirde yaptığınız 10 manalık büyüyü, ya da Pyroblast gibi 10 manalık abartılı bir büyüyü bile 0'a atmanızı sağlarken size ciddi bir tempo avantajı kazandırıyor. Özetle Kazakus-Reno Jackson'lı decklerde fazlası ile kullanışlı ve kesinlikle dust'a dönüştürülmemesi gereken bir kart. (4/5)


Knuckles



Goril ailesinin yeni legendary üyesi Knuckles, 5 manaya göre oldukça sıradan statlarıyla ilgi çekici olmaktan uzak. Hunter için yeri temizlerken bir yandan face gidebilme şansı vermesi nedeniyle elbette facehunterların ilgisini çekecektir ama 5 mana zaten agro bir oyun için oldukça ileri bir aşama sayılır. Bu açıdan Knuckles, ortalama değerde bir minion ve çoğu zaman arzulanan etkiyi göstermeyecektir. Olur da oyun bir şekilde uzarsa ve yer ufak tefek minionlarla dolu olursa elbette faydalı da olabilir. Yine de çok çarpıcı bir kart değil ve hunter için ortalama bir legendary kartımız daha oldu. Sanırım zaten King Krush dışında da elle tutulur legendary kartı olmadı zavallı Hunter'ın. (3/5)



Krul the Unshackled


Hepimiz biliyoruz ki, Demon'lar en sevilen minion türü değil. (Pirate'lar kadar da kötü değiller o ayrı mesele.) Çoğu zaman sadomazo davranışlar sergiliyen bir minion tipi olan demonlar genelde birbirilerine çok yardımcı olmuyorlar. MSoG ile bu biraz değişti, artık bütün demonlara +1/1 veren kartlarımız da var. Blizzard elbette insanları daha fazla demon kullanmaya özendirmeye çalışıyor. Krul, bu konuda çok başarılı bir kart bence. Yine Kazakus gibi, her karttan bir tane olması şartı koşarak, bol demon'lı bir deckin, Deathwing, Dragonlord'u olmaya hazır. Üstelik bu bir deathrattle değil, yani rakibinizin yapacak pek bir şeyi yok. Koyun veya kurbağa yapsa bile yere inecek 2-3 demondan kurtulmak için iyi bir alan büyüsü atmak gerekecek. Ben oldukça başarılı ve oyun bitirici buldum. Adeta Warlock için bir N'Zoth. (4/5)



Kun the Forgotten King


İşte bu expension ile gelen en iyi kartlardan biri, muhtemelen Cenarius'u geçebilecek kalitede bir legendary var karşımızda. İki seçenek sunuyor olması şu anlamda önemli, eğer topdeck olarak çekerseniz de en azından 10 armor alıp bir el daha hayatta kalabilirsiniz ama eğer eliniz minion doluysa çok büyük bir avantaj sahibisiniz artık. Attığınız anda tekrar mana kristallerinize sahip oluyorsunuz. Bu kartı Aviana ile birlikte kullanırsanız rakibiniz için oyun bitmiş demektir. Yeri kocaman kartlarla kaplayabilir ve sanırım Brawl ya da DOOM dışında hiçbir şeyle mücadele edilmez hale getirebilirsiniz. 7/7'lik bedeni ise bedavaya attığınızı düşününce çok iyi. Bunu bulup da kullanmayan Druid düşünemiyorum. Kraftlamak için de oldukça ideal bir kart. (5/5)

Bu yazı yazılırken acil serviste 3 farklı hasta tarafından bölündüm, arkada ise Aphex Twin çalıyordu. Yarın devam etmeyi düşünüyorum. Sizin de dikkatinizi çeken kartlar varsa yorumlarda paylaşabilirsiniz.

9 Aralık 2016 Cuma

Westworld Bölüm 10: İki Taraflı Akıl


Westworld'ün çok merakla beklenen finalini pazartesi günü izleme fırsatı buldum. (Yine de yoğunluktan ancak yazabiliyorum.) Son bölümlerle ilgili karışık hislerimi daha önce burada ve şurada ifade etmiştim. Okumaya vakti olmayanlar için de şöyle özetleyebilirim: Dizi ritmini kaybediyor, yavaşça yüzeyselleşiyor, çözülmesi gereken bir bulmacaya dönüşüyor ve gerçekten peşinde olduğu felsefi metinleri terk ediyor. Açıkçası benim bir diziyi artık kafamda oluşan soruları cevaplaması için izlemem gibi bir durum söz konusu değil, bunu üniversite yıllarımda Lost ile yaptım ve bunun pek de iyi sonuçlar vermediğini sağır sultan bile biliyor.

10. bölüm, Jonathan Nolan tarafından yönetilmiş olması ve 90 dakikalık uzun metraj süresi ile oldukça ümit vadediyordu. Son bölümlerde iyice kabız bir hal alan olay örgüsünün çözümlenmesini finale bıraktıklarını tahmin ediyordum. Tahmin edemediğim ise, gerçekten bu kadar kapsamlı bir final bölümü yapacaklarıydı. Ben 2. sezona devam etmek konusunda bile ince bir şüphe duyarken, final bölümü bana cevabımı verdi. Çıkıp da bugüne kadar izlediğim en iyi final bölümü falan diyecek değilim. (internette böyle yorumlara bolca denk geldim.) Dizinin neredeyse ilk sezon boyunca ortaya attığı bütün soruları cevaplama çabasını ve bunu gayet de iyi başarmasına saygı duydum. Ama benim asıl sevdiğim kısmı kesinlikle bu değil.

Önceki yazılarda bahsettiğim ve bir kısmını yazma gereği bile duymadığım (Dolores=Wyatt) bilmeceler tam tahmin edildiği gibi çözüldü. Elbette dizinin bilmece çözmece olmamasını sağlayan da bu sıradaki muhteşem yönetmenlikti. Kurgunun drama dozu çok başarılıydı. Sezonun ortasından beri tahmin ettiğim siyahlı adam ve William'ın aynı kişi olması mesela, çok tatlı bir geçiş sekansı ile bize sunuldu. Özellikle William'ın aynı olayları defalarca nasıl yaşadığı, aradan geçen yılların onun duygularını yozlaştırıp onu güç manyağı bir canavara dönüştürdüğünü izlemek etkileyiciydi. Aynı şekilde Dolores'in onu kurtarmaya gelecek aşkını anımsaması ama karşısında onu öldürmeye çalışan kişi ile aynı kişi olması gerçekten üzücü ve etkileyiciydi. Dolores her bölüm gıcık olma sınırında gezdiğim bir karakter olarak final itibariyle sempatimi kazanabildi.

Dizinin en çok ilham aldığı filme bir dönmek istiyorum finalin de şerefine. Blade Runner. Ridley Scott'ın başyapıtı, gerçekten bugüne kadar yapılmış en iyi 3 bilimkurgu filminden biridir. Ele aldığı konuyu derinlemesine işlemesi, sadece düşünsel değil duygusal dünyanıza da hitap etmesi, oyunculukları ve müzikleri, neredeyse odanızda hissedeceğiniz derecede yoğun atmosferi ile sonsuza kadar izlenecek bir eser. (Bu yüzden de gişede batmış olması şaşırtıcı değil.) Blade Runner'la ilgili en etkileyici detaylardan biri şuydu tabi: Adamımız artık kontrolden çıkmış androidleri öldürmekle görevlendirilmişti, ama kimin android olduğunu anlamak oldukça zordu. Bu yüzden bir test yaptırmak gerekiyordu. Androidlerin ise bir gezegendeki madenlerden kaçıp dünyaya geldiklerini düşünecek olursanız film ilerledikçe kendinizi taraf değiştirirken buluyordunuz. Bir noktada tek tek ölen androidlere acımaktan, filmden zevk almak imkansız hale geliyordu. Sadece köle olmak için yaratılan bu yarı-canlı varlıkların hayatlarının son günlerini özgür geçirme çabaları asıl kahramanların onlar olduğunu söylüyordu.

Westworld sonunda bana bu hissi vermeyi başardı. İlk bölümlerde daha yoğun hissettiğim o sempatiyi sonuna kadar hissettim. Maeve'in gereksiz kanlı ve aksiyonlu kaçış bölümleri bile bunu bozamadı. Dolores'in başkaldırışı, lab'da incelenen (ve cinsel olarak istismar edilen) Hostların kanlı intikamı gibi sahneler gerçekten olması gerektiği gibiydi. Son sahne itibariyle insanlara yönelik ciddi bir soykırım gerçekleştiren Host'lar yıllardır çektikleri eziyetin intikamını alıyor ve Westworld'un bir pazarlama harikası değil de kendilerine ait bir dünya olduğunu göstermek istiyorlar gibiydi.

Önümüzdeki sezon bizi neler bekliyor? Tahminlerim çok olağandışı değil. Ford'un ölmediğini, ölenin bir kopya olduğunu düşünüyorum. Dolores'in gerçekten başkaldırının merkezinde olacağını ve daha önemli roller oynayacağını, yanına Teddy'yi alacağını düşünüyorum. Sonradan Ford tarafından kaleme alındığını öğrendiğimiz Maeve'in kaçış planının geri sekmesi üzerine ikinci sezon çekirdek anılarına kazınmış kızını arayışına tanık olacağımızı düşünüyorum. Maeve'in doğası ile en çok yüzleşen karakter olması ile birlikte kızını bulması durumunda gerçekten bir yandan isyan etmeye çalışan bir yanda da robot olmanın kaçınılmaz kurallarına karşı koyamamasının onu ne kadar yaraladığını göreceğiz bence. Siyah giyen adamın ise gelişmelerden memnun olduğu ortada, vurulmuş olmasına rağmen. Gerçekten hayal ettiği Westworld'e, Arnold'ın yaratmak istediği direnişe şahit olduğumuzu düşünecek olursak 2. sezon gerçek bir çatışma ortamında geçecek. Robotlar ve insanların yüzlerce filme konu olmuş savaşını bir kere de Westworld üzerinden izleyeceğiz. Bu bence dizinin aslında ancak heyecan verici hale geldiğini gösteriyor.

Ne yazık ki 2. sezon 2018'de gelecekmiş. Açıkçası eğer düzgün bir senaryo ve yine 100 milyon dolar gibi bir bütçe ile karşımıza çıkacaklarsa seve seve beklerim. Bu sürede Nolan ve Lisa Joy bu sezonki hatalarından dersler çıkaracak ve daha akıcı bir sezon ile geleceklerdir. Game of Thrones gibi, Westworld de yıllarca beklediğimiz ve çıktığı gibi 2 ayda tükettiğimiz dizilerden biri olacak.

Dipnot: Antony Hopkins'e daha çok uzun ömürler diliyorum. Bu bölümde gerçek olmadığına inansam da öldüğünü görmek üzücüydü.

Dipnot 2: Bölümün adı olan "Bicameral Mind", beynin iki taraflılığı anlamına geliyor. Bu eski teoriye göre insan beyni konuşan ve düşünen, bir yandan da emirlere istemsiz olarak uyan 2 bölüme sahip. Bunun Host'ların (ve aslında insanların da) yaşadığı dualizm hakkında güzel bir örnek olduğunu düşünüyorum. Aşağıdaki şekil de belki dizinin ele aldığı konuyu anlamaya biraz yardımcı olur.


3 Aralık 2016 Cumartesi

Hearthstone Güncesi: Gadgetzan Legendary'lerine Ayrıntılı Bir Bakış Pt. 1

Sonunda uzun süredir beklenen ve oyunun mekaniklerini oldukça değiştireceği beklenen Mean Streets of Gadgetzan (MSoG) geldi ve hepimiz bir süredi biriktirdiğimiz altınlarımızla ve oyunun cimrilikler verdiği 6 paketi açıp birkaç legendary'ye rastlamak için dua ettik. Ben 24 pack açtım ve çok mutluyum ki Kazakus'a denk geldim. Normalde pek şanslı biri değilimdir ama bolca Epik de buldum ki bu açıdan memnunum. Ama diğer yandan bir anda dolaşıma giren 132 kartı nasıl hazmedeceğimi bilemedim. Nasıl bir deck kurmak lazım diye düşünüp duruyor insan. Elbette Kabal ailesi Reno Jackson tadında highlander deckler, Grimmy Goon ailesi silah ve minionları upgrade eden sistem üzerine kurulu deckler ve Jade ailesi de artık meşhur olmuş Jade Golem sistemi ile karşımıza çıkacak gibi görünüyor. Ama kulağa geldiğinden çok daha zor, dengeli bir deck yaratmak.

Tabi açılan pack'ler aynı kartlarla dolu olunca (çok şükür Blizzard ilk günkü bug'ı düzeltti.) elimiz dustla doldu. Şimdi yeni bir legendary yapmak için acele etmemeli diye düşünüyorum, biraz daha beklemeli. Yaptığınız legendary 1 ay sonra size bir packten çıkabilir. Yine de çıkmasını isteyeceğiniz ya da görür görmez kırmak isteyeceğiniz legendaryleri birbirinden ayırmak için genel bir bakış atmak istedim. Alfabetik sırayla gideceğim.

Auctionmaster Beardo


Bu kart, hearthstone top decks sitesinde 5 üzerinden 2.2 ile en düşük puana sahip legendary olabilir. Nereden baksanız kullanışsız gibi görünüyor, ama şu açıdan da bakmak lazım. 3 mana 3/4lük bir minion zaten fena değil, üstelik Coin kartını saklarsanız 2 kere hero power kullanmak kolay ama çok uzun bir ömrü olmayacağı ve erken oyun için üretildiği de belli. Belki kontrol Mage tarafından 1-2 manalık basit büyüler arasında kullanılabilir ya da daha sonra adı geçecek olan yeni Priest kartı olan Raza, The Chained ile güzel bir ikili olabilir. (Raza oyunun kalanı boyunca hero power'ı 0 manaya atmanızı sağlıyor.) Warrior da Shield Slam için kasabilir, sonuçta büyüleri oldukça ucuz. Onun dışında tavernlerde falan göreceğimiz bir kart. (2/5)

Aya Blackpaw



Aya, Jade ailesinin üçlü classs legendary'si. Yani oyundaki ağır toplardan biri olması gerekiyor. Şu haline bakıldığında oyuna girerken ve çıkarken arkasında bir minion bırakıyor olması başlı başına iyi. Bir de bu minion'ın tahminen 4/4 ve 5/5 şeklinde olacağını da akılda tutmak lazım. (Öncesinde başka Jade Golem kartları oynanmışsa.)  Tabi bu kartı N'Zoth tan tutun Brann Bronzbeard'a kadar bir sürü kartla kombo olarak kullanabilirsiniz. Ben daha çok Rogue kartları iyi görünüyor ama 6 mana oldukça pahalı Rogue curve'ünde. Druid içinse peynir ekmek gibi gidecektir. Kısacası ilk bakışta pek çarpmayan ama biraz düşünülünce oldukça işinize yarıyacak bir minion. (4/5)


Don Han'cho


Grimy Goon'ların temel üçlü class legendary'si de bu yapışık ogre ikizler. İlk bakışta yine çok çarpıcı bir etkisi yok, ama Grimy Goon'ların genelde bu +/+ etkisi ile çalışacağından bahsetmiştik. Bu kartta problem, etkinin hangi karta gideceğinin belli olmamasında. Bunun yanında bu tarz büyük minionlarla baş etmenin pek çok yolu var. En doğru kullanım alanı charge minionları bufflamaya çalışmakla olabilir. 1 manalık 1/1'lik Stonetusk Boar'u 6/6'lık yere atmak nereden baksanız çılgın bir avantaj sağlıyor. Kısacası bu kartla zarar etmeyeceksiniz hiçbir şekilde, ama ne Kazakus gibi eğlenceli bir yönü var, ne de Aya gibi taktiksel bir eğlence sunuyor.  Brann Bronzbeard ve Sadece bir minionı güçlendiriyor ki bu da hiç kötü değil elbette. Doppelganster diye bir kart var bu expensionda, henüz görmediyseniz ona bir göz atın ve bu kartla ne kadar abartılı bir uyum gösterdiğini görünce şaşıracaksınız. (4/5)

Finja, the Flying Star


Finja, murloc kelime oyunlu kartların yenisi. 5 mana bir murloc için en yüksek değerlerden biri, ama nereden baksanız yere 2 tane minion çağıracak kadar güçlü. Bu açıdan bir murloc deck için kötü bir kart olduğunu söyleyemem. Ama burada ayrıntı, bir minion öldürme zorunluluğundan geçiyor. Karşıdaki minion ölmezse aldığınız hasarla kalırsınız ve bir şey de olmaz. 5 manayı 2/4'lük bir miniona ayıracaksanız, gerçekten stealthi kaldıracağınız anı iyi kullanamanız lazım. Ben murlocseverlerin çılgınlar gibi peşinden koşacağını düşünmüyorum. Belki mana değeri 4 olsa ya da bu hali ile epik olsa da yeterli olabilirdi. "Anyfin can happen" tarzı deckler için elbette anahtar minionları pat diye yere koyması açısından çok daha değerli olacaktır. (2.5/5)

Genzo, the Shark


Uyanıklığı ile isim yapmış Genzo, tam agro kart çekme makinesi. Eğer Warlock değilseniz Hunter ve Warrior agro decklerinde en büyük eksiği kartların bittiği zaman topdecke mahkum kalmaktı. Şimdi bu sorunu bu kartı hayatta tuttuğunuz sürece sona erdiriyorsunuz. Warrior yine hadi neyse, çok fazla kart çektiren spell'i var ama Hunter kart çekmek konusunda ciddi problemler yaşıyor. Şimdilik biraz erken ama en azından 4. ele geldiğinde kartı kalmayacak olan face hunter'lar bir deneme sürüşü yapmalı. Onun dışında 4 manada 5/4 zaten fena bir değer değil. (3/5)


Hobart Grapplehammer


İnceleyeceğim ilk class legendary'si, iyilerden bir tanesi diye düşünüyorum. Bir warrior için, hele hele pirate oynuyorsa, silahının vuruşunu 1 arttırmak çok avatajlı. Gorehowl'un 7 değil 8 olması da keza oyunu baştan aşağı değiştiriyor (Ragnaros'u alabilmek gibi mesela.) Nereden baksanız pek zarar edilecek bir minion değil, 2 mana 2/2 zaten fena değil zaten. Özellikle bol silah kullanan pirate decklerde yer almalı diye düşünüyorum. (3.5/5)

1 Aralık 2016 Perşembe

Mean Streets Of Gadgetzan'dan Bug'lı Açılış

Türkiye Avrupa server'ına bağlı olduğundan oyuna henüz ulaşamadık ama Amerika'daki türdaşlarımız çoktan oynamaya başladı bile. Çoğu oyuncu 50 pack'lik pre-order yapmıştı, malum 170 küsür kartı zamanla açmak oldukça uzun süreceğinden. Herkes çılgınlar gibi pack'lerini açmış ve ortaya şöyle garip bir sonuç çıkmış. 3-class'lı kartlar diğer bütün kartlardan daha sık ortaya çıkıyor. Hatta aşırı sık çıkıyor bile diyebiliriz.

Forbes'te bugün bir yazı yayınlandı. Yazıyı yazan kişi 100 adet pack açtığını ve sonuçta neler çıktığını anlatmış. Her pack'te en azından 1 rare olması gerektiğini biliyoruz, her 5-10 pack'te 1 epik ve 20 pack'te 1 de legendary çıkması gerekiyor belirtilen istatistiklere göre. 100 pack'ten sadece 3 tane legendary çıkmasının hayalkırıklığından bahsetmiş. (Bu arada 50 pack Blizzard armağan etmiş, 40 kendi altınlarıyla almış, 6 pack oyun veriyormuş, gerisini de parasıyla tamamlamış.) Sonuçta 3 Legendary kartın da 2'si aynı kart çıkınca gerçekten canı sıkılmış adamın. Dahası Blizzard'ı insanların oyuna para harcamaları için kart oranlarını manipüle etmekle itham etmiş. Sonrasında 60 pack daha açmış ve 3 legendary daha bulmuş. (Bir tane diğer 2 aynı legendary'nin golden olanıymış :))

173 karttan 4'ünün aynı kart olma ihtimali?
Sonrasında 160 pack açmış biri olarak bazı kartların çok sık olarak aynı pack'lerde karşısına çıktığını fark etmiş. Bunu biraz araştırınca internette bir dalga insanın bu kart sıklığındaki bug hakkında şikayet ettiğini görmüş. Birkaç saat sonra da Blizzard açıklama yapmış. Şu an bu durumu fark ettikleri ve inceledikleri şeklinde. Ama tabi o kadar paraya ve altına kıyan insanlar bazen aynı pack'te karşısına çıkan 4 aynı kartı çoktan dust yapmış durumda. Blizzard'ın bu problemi tam olarak nasıl çözeceğini merak ediyorum. Çünkü para kazanmaya çalışırken tekrar oyuncularının güvenini kaybetmiş oldu.

Bu manzarayı görmek istemezdim.
Ben de bir süredir bu expension için altınlarımı biriktiriyorum. Yarın oyun bize de bedava 6 pack verecek -belirli görevler sonucu- ve biriktirdiklerimle de pack alıcam. Ama bir yandan eğer bu sorun çözülmeyecekse altınlarımı harcamak da istemiyorum. Daha kötücül bir bakış açısı ise Blizzard'ın bunu kasıtlı yaptığını düşünenler de olacaktır. Ben oyuna minimum para harcamaya çalışan biri olarak (birkaç wing satın almak dışında harcamam olmadı) açtığım 20 pack'ten de aynı kartlar çıkarsa tam bir hayalkırıklığı olacak. Öyle bir durumda kendimi Wild moda doğru yelken açarken görebilirim.

Özetle, Blizzard'ın problemi çözdüğüne dair mesajı gelene kadar altınlarınızı packlere harcamamanızı öneririm. Sonrasında geri dönüşü olmayacaktır.

30 Kasım 2016 Çarşamba

Mean Streets of Gadgetzan'a Giriş


Yarın Mean Streets of Gadgetzan geliyor. Hearthstone herhalde ilk defa bu kadar büyük bir değişimden geçiyor. Oyunun artık eski heyecanını kaybettiği ve oyuncu sayısında azalma olduğunu gören Blizzard, yepyeni bir oyun yaratmaya girişmiş. Whispers of the Old Gods iyiydi, Karazhan fena değildi. Oyunu hayatta tutacak bir miktar taze kan sağladılar. Ama bu durumun kalıcı olmayacağı belliydi, bu açıdan HS ekibi için oldukça devrimsel bir adım bu.

MSoG hakkında konuşacak yazacak çok şey var. C'thun'da olduğu gibi yeni dinamikler geliyor, daha önce olmayan class ayrımları yapılıyor. Bunları burada daha sonra tartışmak mümkün. O kadar çok değişiyor ki oyun, dengeye gelmesi uzun sürecektir. Gadgetzan bir şehir ve bu şehir suçluların gezindiği, farklı mafyavari ailelerin birbiriyle savaştığı bir yer. Yıllardır tanıdığımız 9 class, 3'erli gruplar halinde bir araya geliyor.

Grimy Goons: Hunter, Paladin, Warrior (savaşçı aile) 
Kabal: Mage, Priest, Warlock (büyücü aile)
Jade Lotus: Druid, Rogue, Shaman (suikastçi aile)

Bu aile ayrımının şöyle bir önemi var. Artık bazı neutral minionları her class kullanamayacak. Bazı kartlar sadece Kabal ailesine açık olacak mesela. Benzer bir şekilde "random kart" kazandıran büyü kartları da bu şekilde işleyecek. Yani bir Hunter, random olarak Hunter, Paladin ya da Warrior kartı çıkarabilecek. Bu tabi işleri karıştırıyor ve sonsuz kombinasyona olanak sağlıyor. Son zamanlarda birbirinden kart çalan burgle-vari deckler popülerdi. Bu iyice bu konuda kafaları karıştıracak ve eğlenceyi arttıracak gibi görünüyor. (Bir Hunter'ın elindeli, Paladin kartını çalan Priest görürseniz şaşırmayın.)

Şimdi dikkatimi çeken birkaç karttan ve oyun stilinden bahsetmek istiyorum. Bu kartlar ne kadar tutacak, meta'daki diğer kartlarla ne kadar uyum sağlayacak, gözüktüğü kadar işe yarayacak mı bilmiyorum.

Jade Golem



Öncelikle Jade Golem'den bahsetmek lazım. Yeni C'thun olacak gibi görünüyor çünkü. Bu kartın özelliği şu, Jade Golem ile etkileşen kartlar mevcut. Hepsi de işe yarayan, güzel kartlara benziyorlar. Jade Golem özellikle Jade Lotus ailesine özel. Jade Golem asla direk olarak elinizden oynayacağınız bir kart da değil. Yaptığınız büyüler ya da attığınız minionlar ile summon oluyor. Ve trick noktası şu, her seferinde 1 fazla ile summon oluyor. Yani ilk çıktığında 1/1, sonra 2/2 ve böyle gidiyor. İşin daha da iyisi bu bir geliştirme gibi görünmediği için, silence ile susturulamıyor da. Yani çok aşırı güçlü bir kart var karşımızda. 3 class'ın da (rogue, shaman, druid) 4-5 adet ayrı jade golem kartı var ki bunların kombinasyonu ile daha da fazlası yaratılabiliyor. C'thun 1 veya 2 kere oyuna giriyor ve battlecry ile epey bir ortalığı temizliyordu ama Jade her seferinde baştan doğuyor ve tekrar öldürülmesi gerekiyor. Hangi removal ile temizlenecek bilemiyorum.
Mesela şu karta bir göz atın ve dediklerimi tekrar düşünün:

Mistress of Mixtures

Bu ufak kart, tahminlerim doğruysa, çok büyük işler başaracak. Son zamanlarda artan agro deck'lerle başa çıkmak neredeyse imkansız hale gelmişti. 4 veya 5. elde biten oyunlar zevk vermekten çok, sadece hızla rank basamaklarını tırmanmak isteyenlerin mezesi oluyordu. Hunter veya Warlock ile oynamak çok can sıkıcı hale gelmeye başlamıştı özetle. Blizzard da bu konuda sonunda düzgün bir adım atmaya karar vermiş. Murloc dışında agro decklere pek yatırım yapılmamış MSoG'da. Bu kart da 1. elden 2/2lik bir gövde ile rakibinizin oyunu hızlıca domine etme girişimlerini etkisiz bırakacak güce sahip. Ufak olmasına bakmayın, tam bir anti-agro silahı.

Drakonid Operative

Sadece bu kart bile MSoG ile sonunda tekrar eski gücüne kavuşacak Dragon Priest hakkında bir fikir veriyor olmalı. (Daha çılgın Dragon kartları da mevcut.) Bir zamanlar en çok sinir bozan ve aşırı güçlü olan bu deck, tam da bunun gibi, karşınızdakinin 3 kartını görmenizi ve aralarından birini seçmenizi sağlayacak şahane kartlarla popüler olacak. Tahminim Jade Golem'den sonra en üst sırada olacak. (Priest seven ve Purify sonrası ağlayanlara duyurulur.) En kötü yere 5 manaya 5/6'lık bir minion bırakacak olduğunuz için asla gözünüz arkada kalmayacak.
 Ysera büyülerini anımsatan bu büyü de mesela yukarıdaki argümanımı destekliyor.

MSoG Legendary minionlarını ayrı bir yazıda inceleyeceğim için şimdilik burada bir son veriyorum.

Westworld Bölüm 9: Meraklılara Cevaplar


Geçen hafta bölüm 8'de ne oluyor sorusuna cevap aramıştım. Bir yandan da dizinin bir çeşit düşüşe geçtiğinden endişe ettiğimi ifade etmiştim. Yine de Westworld'un kredisi kolay kolay tükenmez diye düşünüyordum. Ama ne olduysa oldu, dizi o temel heyecan duygusundan bir miktar kaybetti ve benim için tekrar o duyguyu yakalamak zor olacak gibi görünüyor.

Bölüm 9 görebildiğim kadarıyla Westworld hayranlarını oldukça tatmin etmiş görünüyor. Ben şahsen zevkle izledim, ama kesinlikle tatmin olmuş değilim. Öncelikle Westworld'un Lost gibi tamamen bir takım gizemli ve akıl almaz olayların çözülmesi üzerine kurulu olmasını reddediyorum. Tabi gizem hissi izleyiciyi uzun bir süre sürüklüyor. Beklentimizi sürekli aşan ve şaşırtan karakterler merak duygusunu arttırıyor. Ama sonuçta Westworld bundan daha fazlasını vadediyordu. Ya da ben diziyi en başından oldukça yanlış anladım.

Bu bölümde açıklanan iki temel şey, zaten herkesin olmasını beklediği teorileri doğruluyor. Bernard, Arnold'ın anılarından yaratılmış bir host. Siyahlı adam da William'ın yaşlılığı. Evet, bunlar büyük gelişmeler ama zaten bunları beklemiyor muyduk? Eğer Westworld'ü potansiyelinin altında bir "gizem" dizisi olarak değerlendiriyorsak bile, bizim ortaya attığımız teorileri doğruluyor olmasında nasıl bir zevk gizli? Kendi tahminlerimizin gerçek olması ile tatmin olmamız mı gerekiyor? Lost bittiğinde herkes ortaya attığı tonla soruya cevap vermemiş olmasının öfkesini kusmuştu. Westworld bu gizemli ve twist'li tonunu sürdürürse, sonu pekala öyle olabilir. Elbette soruları cevaplama konusunda Lost'tan katlarca daha başarılı, ama sonuçta izleyicinin aklını soru işaretleriyle doldurup sonra en popüler teori ile onaylamak daha basit dizilerin yapacağı bir şey.

Daha önce de söylemiştim, bölüm 4 ve 5 çok daha iyisi olabileceğini göstermişti. Ortaya sorular atmak ve sonra onları cevaplamak bir yana, bütün bu düzende daha felsefi bir şeyler olabileceğini hissettirmişti. Host'ların nasıl da insan olduğu ama bir yandan nasıl da insanlık dışı bir muameleye maruz kaldıklarını çok derin bir şekilde işlemeye başlamıştı. Bu acı verici hikaye, daha da açıklaması zor olayların ortaya çıkması ile sürükleyici oluyordu. Lost'tan ziyade bir David Lynch filmi tadı bile vermeye başlamıştı. Ki bu bir diziye yapılabilecek en büyük iltifat. (Twin Peaks, gel artık!) Bölüm 9 itibariyle dizinin hafiften kabak tadı verdiğini söylesem, bilmiyorum çok küfür yer miyim? Karakterlerin kasıntı ve felsefik konuşmalar yapması, herkesin sürekli birbirinin arkasından iş çevirmesi, kelimelere sembolik anlamlar yüklemek ve bunun üzerinden edebiyat yapmak falan gerçekten fazla "Nolan işi" olmaya başladı. Kusura bakma Jonathan ama bu projeye sonlara doğru yeterince kendini vermediğini düşünmeye başladım. Olay kurgusunu en başından kurguladıysan bile, ayrıntılarda ve diyaloglarda eski başarıyı gösteremiyorsun. (Elbette senaryo çoktan yazıldı ve dizi çoktan çekildi ama yine de konuşuyorum.)

Bu bölüm bize başka ne verdi? Ford'un kendi kopyasını da yapması ile ilgili paranoid düşünceler. Maeve'in beklediğimiz robot isyanını nasıl adım adım ilerlettiği. Dolores'in Westworld tarihinde kritik bir rolü olduğu ve Arnold'ın canını aldığı. Labirentin de aslında bildiğimiz Arnold'ın odasına çıkan basit bir koridor olduğu. Elbette Ford karakteri eskiden daha kendini çözmüş, erdemli bir karakter iken şu aralar oldukça cool bir pisliğe dönüşmüş durumda. Bu kadar kötü adamlık bana yaramadı. Ben Ford'u tanrıcılık oynayan bir otistik olarak değil, gerçekten insanın doğasını çözmeye çalışan bir filozof gibi hayal etmiştim. Ama kendi söylediği gibi, insan doğasına asla güven olmuyor. Bernard ve Maeve gibi o da bir hayalkırıklığı olmaya başladı.

Sezon finali ile ilgili çok büyük beklentilerim ya da heyecanım yok. Bu belki daha iyidir çünkü finale sakladıkları oldukça ters köşe sürprizler olabilmesi de mümkün Olursa ne güzel, diziye daha da ısınırım. Aşağıda videosunu göreceğiniz bir dakikalık promoya bakıldığında ise çok büyük bir olay yok, beklediğimiz olayların gerçekleştiğini göreceğiz gibi. Elbette şu aralar en heyecanla beklediğim dizi bölümü olacak, ama Game Of Thrones kıyaslamalarını bir kenara bırakmanın zamanı geldi. Öbürünün 2 yıl sonraki bölümlerini iple çekiyorum çünkü.


28 Kasım 2016 Pazartesi

Başı Sonu Olmayan Hikaye: Arrival (2016)


En sevdiğim film türünü sorsanız hiç düşünmeden bilimkurgu derim. Diğer yandan düzgün bir örneğini bulmanın en zor olduğu film türü de bilimkurgudur. Ama iyi bir bilimkurgu başka hiçbir şeye de benzemez. İyi bir bilimkurgu bittiğinde günlerce aklımdan çıkmaz, bir arkadaş gibi günlerce benim yanımdadır. İşte bu "iyi bilimkurgu" denilen şeye de yılda bir, bilemedin iki tane rastlarsam öpüp başıma koyarım.

Denis Villeneuve, Kanada'daki bir okul katliamını anlattığı Polytechnique'ten beri takip ettiğim bir yönetmen. Incendies ile ondan beklenmeyen bir çıkışa imza attığında da oradaydım. Ama genel izleyicinin tam karşısında duruyordum, çünkü gereğinden fazla önem atfedilmiş bir filmdi. Özellikle sert ama sulu sonu hikayesini inandırıcılıktan uzağa sürüklüyordu. Ama problem Villeneuve'de değildi elbette. Prisoners geldiğinde ise fırtınalar tekrar koptu. Bu sefer ben iyice kendimi uzaklaşmış hissettim, çünkü gereğinden uzun süresine rağmen başarısız bir polisiye/gerilimdi. Başarısız olduğu kısım yine senaryo ile ilgili problemlerdi gerçi. Villeneuve'ün yönetmenliği filmde en aklımda kalan şey olmuştu. Aynı sene çıkardığı, ve daha az dikkat çeken başka bir filmi, Saramago uyarlaması olan Enemy ise bence gayet güzel bir filmdi. Bu film sayesinde sıradan bir yönetmen olmaktan çıktı gözümde ve iyi bir senaryo bulduğunda döktürebilen bir adam olduğuna ikna oldum. Hemen sonrasında ise geçen senenin en iyi filmlerinden biri Sicario ile geldi. Oyuncularından senaristine kadar herkesin döktürdüğü, uzun yıllardır yapılmış en iyi suç dramasıydı. Sonrasında bir bilimkurgu filmi üzerine çalıştığını okuyunca heyecanlanmaya başlamıştım.

Bu uzun girişi yapma sebebim, yönetmenin bu film için öneminin altına çizmek istemem. Villeneuve asla çok güvendiğim ya da favorilerim arasına koyduğum bir yönetmen değildi. Bu film de bunu tam olarak değiştirmiyor, ama sonunda kendine has bir tarzı olduğunu, artık ismini bir imza gibi kullanabileceğini ispatladı. "Arrival", Nolan'ın "Interstellar"ından beri büyük bütçeli felsefik bilimkurgulara aç kalmış insanları doyurabilecek malzeme sunuyor. Ama aynı kitleyi aynı şekilde ikna edemeyeceği de kesin.


İki filmin birbiri ile sık sık kıyaslandığını göreceksiniz. Nolan'ın karmaşık ve epik filmi ile Villeneuve'ün 40 milyon dolar bütçesi ile mütevazı bir şekilde çektiği film neden kıyaslanır. Benzer bir zamansal karmaşayı ele almalarından dolayı muhtemelen. Nolan'ın filmlerinde son dönem iyice ortaya çıkan temel dert, aynı zaman da son Dark Knight filmini de filmografisinin dibine sürükleyen şey, kendini fazla ciddiye alırken diyalogları ile insanı bunaltan bir kasıntılığa sürüklemesiydi. Interstellar o kadar karmaşık ve karakterle dolu bir bulmacaydı ki, bütün bu yükün altından kusursuz bir şekilde çıkması imkansızdı. Karakterlerin "aşk"la ilgili şiirsel laflar ettiği, zaman kırılmalarının sonsuz bir dramaya malzeme olduğu, bilim kurallarının filmin heyecanı uğruna gevşetildiği garip bir sarmal. Yine de keyifle izleniyordu ve benzeri pek fazla film bulmak da mümkün değildi, sadece görselliği ile bile tekrar tekrar izlenebilecek potansiyele sahipti. Villeneuve ise Ted Chiang'in "The Story Of Your Life" isimli öyküsünden uyarlanmış bir senaryo ile karşımıza çıkıyor. Büyük ve karmaşık bir malzemesi yok, tonlarca karakteri, bambaşka gezegenleri, karadelikleri ya da yıldızlararası yolculuk sahneleri yok. Film boyunca dünyadan hatta belirli bir alandan neredeyse hiç ayrılmıyoruz, ama yine de insanı güzelliği ile çarpıyor.

Interstellar'ın sorunu karmaşası ve kasıntı hissiyatı ise, Arrival'ın başardığı da tam olarak bu. Makul bir sürede, sadece iki ana karakteri (ve 2 uzaylı karakteri) tekrar tekrar karşı karşıya getirirken, bir yerden sonra hoş bir kakafoni halini alan kurgusu ile izleyiciyi pek çok katmanda sürüklüyor. Öncelikle karşınızda bir uzaylı hikayesi var. Dünyanın 12 ayrı noktasına aynı anda inmiş, garip, günde sadece birkaç saat açık kalan, dev siyah yapılar var. İçerisinde ise ahtapot ile fil karışımı, başta ürkütücü ama sonra saygıdeğer gelen uzaylılar. (Onlarla karşılaşana kadar geçen ilk kısım gerçekten heyecandan öldüm.) Ana karakterimiz atom mühendisi, astronot, eski savaş gazisi ya da bilim dehası değil. Tam olarak bir dil bilimci. Evet, ana karakterin dilbilimci olduğu kaç tane film izlediniz bilemiyorum. Bu filmin özelinde, gerçekten ihtiyacımız olan da tam olarak bu karakter.


Villeneuve çok riskli bir karar almış, hatta bir süre bu senaryoyu reddetmiş diye okudum. Ama sonrasında bir şekilde ikna olduğunda, başka birinin elinde saçmasapan bir karmaşaya dönüşebilecek filmi, sade ve duru bir hale getirmiş. Özellikle sona doğru kurgu farklı zamanlar arasında sıçrama yaparken bile asla yolunuzu kaybetmiyorsunuz. Uzaylı hikayesini biraz deştiğimizde, bunun bir "iletişim" hikayesi olduğuna ikna oluyoruz. Uzaylılarla iletişim kurmak demek, diğer insanlarla iletişim kurmak demek. Ama başka bir yaşam formunun, bizimkine hiç benzemeyen döngüsel dilini çözmek o kadar hızlı olmuyor. Yine de mantıklı adımlarla ilerleyen güzeller güzeli Louise Banks (Amy Adams), diğer insanların birbiri ile iletişim yaşarken yaşadığı sıkıntılar karşısında çaresiz kalıyor. Filmin en cheesy mesajının da bu olduğunu söylemek mümkün. "Birbirimizle iletişim kuramıyoruz, yine de aynı gezegenin çatısı altında yaşamak zorundayız." Bir noktada uzaylıların bize öğrettiği evrensel dil, twistte gizli olan bir zaman manipülasyonu değil sadece, iletişim kurmaya ve birbirimizi anlamaya ne kadar ihtiyacımız olduğunun bir göstergesi gibi. Bu bile başlı başına ele alması zor bir konu, çünkü başka bir filmde Shyamalan tadında sabun köpüğü bir saçmalığa da dönüşebilirdi.

Filmin bir başka katmanı ise hikaye anlatımı üzerine. Zamanın döngüselliği yeni bir konu değil. Ama bunu dil üzerinden tekrar ediyor film. Başı ve sonu yoktur hikayelerin diyerek başlıyor, bize bir kadının genç kızının büyüme ve sonra kanserden hayatını kaybetme hikayesini hızlıca özetliyor. (Arkada Max Richter'in ambians başyapıtı "On the Nature of Daylight" eşliğinde.) Bunun hikayenin başı olduğunu düşünüyoruz. Ama film tekrar tekrar flashbacklerle bizi garip ayrıntılara götürüyor. Düzgün bir olay örgüsü beklentimizi kestiğimiz an izleyiciyi kalbinden vuracak adımlar atıyor.

Filmin şu tarihin en klişe sorularından birine cevap aradığını söylebiliriz: "Geleceğini bilseydin, değiştirmek ister miydin?" Bu soruya verilecek pek çok cevap var elbette, ama beni en çok yaralayan şunu fark etmek oldu: Louise öleceğini bile bile çocuğunu doğuruyor, boşanacağını bilerek sevdiği adamla evleniyor, hatta babasının kızının öleceğini öğrendiği andan sonra ona ilgi göstermeyi keseceğini ve onu suçlayacağını bile biliyor. Ama karşı koymuyor. Çünkü tarihin döngüselliği bunu gerektiriyor. Zaman (ve kişisel tarihimiz) düz bir çizgide ilerlemediği sürece, onu değiştirmenin ne anlamı olabilir ki? Tıpkı uzaylıların dili gibi, iki yönlü ilerleyen bir bakış açısı ile aslında olan biteni kabul etmeyi ve buna olgunlukla bakabilmeyi öneriyor film. Şok edici bir olgunluk. En azından beni şok etti.

Nitekim, bu filmi basit bir bilimkurgu ya da ağır bir Asimov romanı gibi hayal etmeyin. Çok başka, ortalarda bir yerde belki. Ama sadece beyin kıvrımlarınıza değil, kalp kapakçıklarınıza da hitap ediyor. Bu açıdan Villeneuve bu minik filmi ile kariyerinin en büyük işini başarıyor. (9/10)


27 Kasım 2016 Pazar

Bir Hikaye Anlatım Formu Olarak Oyun: Gone Home (2013)


Video oyunlarını hala sanat eseri olarak kabul etmekte zorlanıyorsanız, bu muhtemelen internet kafelerde oyun oynayan insanların "adam öldürmek" ya da "paladin basmak" dışında bir şey hissetmediklerini düşündüğünüzdendir. Uzaktan bakınca elbette bilgisayar oyunları "kazanmak" ve "kaybetmek" arasında bir çizgide seyrediyor ve çoğu zaman insanı bu şekilde tatmin ediyor. Sinema gibi, video oyunlarının da mainstream olanları ve indie olanları mevcut. Bu açıdan gerçekten "eğlenmelik" bir oyun yapmaktan uzak duran ve bir hikaye anlatım formu olarak oyunları kullanan sanatçılar da var. Söz konusu ana karakteri canlandırdığınız bir filmden ne farkı var ki bazı oyunların? 

"Gone Home" bir günlük "bedava" olması sayesinde adını duyduğum ve merak edip indirdiğim bir oyun. Herhalde beklentim olmamasından kaynaklı bir aşırı uyarılma yaşadım, çünkü karşımda mükemmel bir oyun duruyordu. Bu kazanıp kaybedeceğiniz bir oyun değil. Tek seferden fazla oynanacak bir oyun da değil. Ölmeniz bile ihtimal dahilinde değil. Sadece karşımızda gizlenmiş bir hikaye var, ve oyunun bize ödülü bu hikayenin parçalarına ulaşmamıza izin vermesi. Hikaye demişken, bu öyle bir hikaye ki, bu kadar güzel bir aşk hikayesini herhangi bir oyunda görmemiş olabilirsiniz. Ne kadar övsem az olacak diye korkuyorum.


1995 yılında geçiyor hikayemiz, Avrupa gezisinden evine dönmüş bir genç kızı oynuyorsunuz. O kadar uzun zaman olmuş ki, ailemizle bağlantımız bile oldukça kopmuş. Eve döndüğümüzde bomboş buluyoruz. Bu arada ev de alışık olduğumuz bir ev değil, çünkü hikaye ilerlediğinde anlıyoruz ki bu ev babamıza miras kalmış ve biz yurtdışında iken taşınılmış. Odamıza vardığımızda sadece koliler buluyoruz. Tabi bizi karşılayan en önemli ayrıntı da kapıda bizden 2 yaş küçük kardeşimizin bıraktığı not. Kendisi evden kaçtığını söylüyor ve özür diliyor.

Gone Home için tam olarak şunu söyleyebilirim: Hadi hikayeyi bulalım! Oyun tam olarak dev bir konakta yavaş yavaş gezinmek, sağa sola bırakılmış notlar ve mektuplar üzerinde neler olup bittiğini çözmek üzerinde. Hadi kardeş evden kaçmış ama anne baba nerede? Hadi onu geçtim, bir de evde yaşadığı söylenen bir hayalet var, ki evin ürkütücü atmosferi sırasında her an karşınıza çıkacağı gerilimi devam ediyor. Bir yerden sonra garip bir ergenliğe geçiş hikayesi ve hayalet hikayesi, tam anlamıyla sıcacık bir aşk hikayesine evriliyor. Bu sıradan bir aşk hikayesi de değil üstelik. Yavaş yavaş genç bir kızın duygularını tanımlaması, kendi kimliğini bütünleştirmesi ve gerçek aşkı ortaya çıkarması üzerine kurulu. Burada spoiler vermemek adına ayrıntıya girmiyorum, ama oynarsanız gerçekten etkileneceksiniz. Hatta yer yer gözlerim bile yaşardı itiraf ediyorum. Black Mirror'ın 3. sezonunun 4. bölümü "San Junipero" da benzer bir iz bırakmıştı kalbime. (Kendisi hakkındaki incelememi burada bulabilirsiniz.)


Oyunun grafikleri abartılı düzeyde değil, ama ayrıntılar ve tasarımlar tam olması gerektiği gibi. Karşımızda onlarca odadan oluşan bir ev var ve her odanın her çekmecesi karıştırılabilir düzeyde. Ki karşımıza gizli geçitler ve odalar da çıkıyor ki oyun adım adım yeni bölgeler açıyor. Basit bir kurşun kalemden, karmaşık bir yemek masasına kadar her tasarım büyüleyici. Dahası yavaş yavaş 90'lar girl power alt kültürüne doğru ilerlediğimiz ve hatta bir fanzini inceleme fırsatını bile bulduğumuzu söyleyebilirim. Oyun çekme kasetlerle dolu ve bulduğunuz zaman şahane punk ya da post-punk şarkıları ile ödüllendiriliyorsunuz. Oyunun soundtrack'inin oyunla ilgili en güzel şeylerden biri olduğunu söylemeliyim.

Kısacası, bu oyunu özellikle bilgisayar oyunu sevmeyen ama iyi bir hikayeyi izlemek için de sabrı olan insanlara öneriyorum. İlk başta sizi çıldırtmayacak, ama bittiğinde de hiç unutamayacağınız bir deneyim olarak kalbinize kazınacak.

23 Kasım 2016 Çarşamba

Westworld Bölüm 8: Ne Oluyor Şimdi?


Diyeceksiniz ki, 7 bölüm yazmadın, neden şimdi yazıyorsun. Açıkçası diziyi zaten 6. bölümünden yakalayabildim. Herkesin "yeni bir GOT geliyor" naraları atarak tanıttığı dizinin belki sofistike atmosferi ve şiddet/seks konusunda sansürsüz tutumu benziyor olsa da, neredeyse aynı seviyede olduklarını söylemek zor. Ben Westworld'u beklediğimden katlarca fazla beğendim üstelik. Uzaktan hiç de çekici görünmüyordu hem de. Sonuçta Jonathan Nolan'ın imzası diyebileceğimiz karakterlerin fazla zekice ve felsefik cümlelerle dolaşıp durması bile beni diziden soğutmadı. "Inception"da da alışık olduğumuz o izleyiciye kendini "zeki" hissettiren tonun hayranı değilim ama. Yine de ister istemez kendini fazla ciddiye alan bu ton, Westworld'de işe yarıyor ve dizi yer yer "mindfuck" moduna giriyor. Kafam iyiymiş gibi hissediyorum o anlarda.

Nitekim 7. bölüm benim için hayalkırıklığıydı. Bernard'ın robot olması büyük bir şok değildi, dahası o kadar geliştirilmiş bir karakterin birkaç bölüm içinde robot olarak twistlenmesi hoşuma gitmedi. Fazla zorlama buldum, ne yalan söyleyeyim. Dahası Bernard'ın Arnold'ın anılarını sahiplendiği ayrıntısı da dikkat çekici olsa da, beni çok mutlu etmedi. Acaba beklentilerim fazla mı yüksekti? 2 önemli karakter dizinin son 5 dakikası içerisinde harcandı gibi hissediyorum. Theresa'ya da bayılmazdım ama Hale gelir gelmez resmen harcandı.

8. bölüm ise "mindfuck" konusunda bir adım öteye gitti. Sorulara cevap vermek yerine, daha çok soru yaratmak konusunda Lost ile yarışabilecek bir bölümdü. Dolores'in Arnold ile ilişkisindeki yerine göz atma fırsatımız oldu. William'ın Siyah Adam ile aynı kişi olduğu teorisini güçlendiren zaman kırılmalarına göz attık. Arnold'ın da canını sıkıp kafayı yemesine sebep olan mevzuunun robotlarla ilgili vicdan azabı olduğunu duyduk. Maeve'in kaçış planı ise olanca başarısızlığı ile ilerliyor. Tamamen 2 salak tamircinin eline bakan süreç tam olarak nasıl bir isyan hareketine dönüşecek bilmiyorum. İçimden bir ses Maeve'in yakalanıp, reset'leneceği ve tekrar bilinç kazanmak zorunda kalacağı yönünde. (Tıpkı geçmişte olduğu gibi.) Edi ile Büdü'nün neden bu kadar ileriye gittiğine dair inandırıcı bir açıklama alamayacağımız aşikar. Ama en azından Siyah giyen adam ile ilişkisini ufaktan çözmeye başladık. Belki Arnold'ın ölümünden sonra bıraktığı anahtarlardan biri de Maeve'dir ve Ford'un oyununu bozacaktır, kim bilir. Şimdilik süreci iyi yönetemedi ve kendini daha boktan bir duruma soktu. Dizi bu noktadan nasıl alıp yürüyecek bilmiyorum. Çünkü Maeve'in hikayesi eskisi kadar çekici gelmiyor. Dolores-William ikilisi de resmen ilerleyemiyor.

5. ve 6. bölümlerde açıkçası dizi bence çok iyi bir yönde ilerliyordu. Şu an ise yolunu şaşırmış gibi. Nolan elbette bir şekilde işleri yoluna koyar. Ama bu sezonun ortalarında hissettiğim o "şahane" hissiyat elbette sürmedi. Zaten bunu sürdürmek de kolay değil, koskoca Twin Peaks'ın bile bir noktada sıçabildiği bir dünyada yaşıyoruz. Yine de daha güzel hamleler yapılabilirdi. Westworld dev bir bütçeye, şahane oyuncu kadrosuna, güzel bir konuya sahip bir dizi. Aynı anda Blade Runner, The Good, the bad and the ugly ve Inception tadında kaç tane eser gördük ki? Bence sonunda birilerinin android ruh sağlığıyla ilgilenmeye başlaması bile güzel bir gelişme. Bilimkurgu sinemasının daha çok bu tür konularda fikir yürütmeye ihtiyacı var.

Lafı gelmişken, muhteşem Arrival ile kariyerinde ayrı bir zirveye uğrayan Denis Villeneuve, yıllar sonra gelecek olan Blade Runner 2049'ın çekimlerini yapmakta. Bu haber beni mutlu etti zira kendisi iyi bir senaryo ile her zaman iyi işler çıkaran bir yönetmen.

Neyse bu yazı da burada bitsin. Son 2 bölümün daha iyi olması dileğiyle...

13 Kasım 2016 Pazar

Ghost In The Shell (2017) Filminden İlk Fragman

Bir proje yıllar yıllar sürdüğü zaman, ondan ümidi kesmek lazım derler. Half Life 3 mesela, artık kimsenin geleceğine dair bir ümidi kaldığını sanmıyorum. Her yıl yeniden haberlere çıkar ve yok olur. Gerçi Ico ve Shadow of Colossus sonrası The Last Guardian'ı yapan Team Ico'nun sonunda yalan olması beklenen projeyi bitirdiği duyuruldu. Oyun yakında piyasada olacak. O açıdan her zaman bu hikayeler kötü sonlanmıyorum.

Tüm zamanların en iyi ve en etkili bilimkurgu filmlerinden biri olan Ghost In The Shell'in live action filmi çekilecek denildiğinde, oldukça boş bir uğraş olacağını düşünmüştüm. Amerikanlaşmaktan nasıl kurtulacaktı ki? Hikayenin aşırı derin ve felsefik tonu gidecek ve yerine bolca aksiyon girecek diye düşünmüştüm. Yine de en sevdiğim filmlerden birinin live versiyonuna hayır diyemezdim, o nedenle inceden beklemeye koyuldum.

Yönetmeni açıklandı, Rupert Sanders. Kim diyecek olursanız, valla ben de tanımıyordum. Sonradan öğrendim ki, Snow White and The Huntsman isimli başarısız masal spin-off'unu yönetmiş. Gerçekten kötüye işaret. Sonra Major Kusanagi'yi oynayacak isim belli oldu, Scarlett Johansonn. Tip olarak kesinlikle 10 numara tercih. Son zamanlarda "Under The Skin" gibi acayip bilimkurgularda da boy gösterdiğinden beri kendisine sevgim oldukça arttı. Bu iyiye işaret. Peki Juliette Binoche ve Takashi Kitano'ya ne demeli? Hatta Game of Thrones'da son sezon çıkış yapan Euron Greyjoy rolü ile hayatımıza giren Pilou Asbaek de Batou rolünü kapmış. Biraz fazla etnik bir karmaşa söz konusu elbette, ama zaten GiTS'in dünyası da böyle bir dünya. Dev kapitalist şirketlerin birer parazit gibi insanlığı ele geçirdiği ve androidleştirdiği, benliğin ve bilincin yavaşça yıkılıp gittiği bir gelecek bu. İnsanlığın geleceğinde etnik sınıfların ne kadar yeri olacağını göreceğiz.

Sonra bir takım kısa teaser'lar fırladı. Onları burada paylaşmayacağım çünkü hepsi 10 saniye kadar sürüyor ve tümü de fragmana konmuş zaten. Söz konusu fragmanı önce şuraya koyalım:



Kareleri inceleyecek olursanız, bazı sahnelerin birebir çekildiğini görebilirsiniz. Yönetmenin GiTS hayranı olduğunu varsaymak istiyorum. Çünkü yaratılan dünya görebildiğim kadarıyla oldukça isabetli. Ama daha önce görmediğim bir takım sahneler de var. Bunlardan biri lezbiyen bir öpüşme sahnesi içeriyor, sanırım bu aralar Hollywood'da olmazsa olmaz bir durum. Yine meşhur Kukla Ustası ile karşılaşma sahnelerinden birinde keşiş benzeri varlıklar duruyor, buna da pek anlam veremedim. Diğer yandan finaldeki abartılı tank sahnesinden kısa bir kare görmek beni mutlu etti. Muhtemelen sona doğru doruğa ulaşan heyecan bu filmde de yerinde olacak. Ama GiTS'i benzerlerinden ayıran duygusallığıydı. Son sahnede Kukla Ustası'nı kurtarmak için tankın tepesine atlayıp kapağını kırmaya çalışırken kaslanan ve erkeksileşen kolları sonunda kırılıyor ve yağmur çamur içerisinde terk ediliyordu. Live action bir sahnenin bu kadar etkileyici bir sahneye denk olması zor gibi geliyor bana.

The Matrix dahil, 2000'ler sonrası pek çok bilimkurgu filmlerine ilham olmuş bir başyapıtın, live action filmine ihtiyacımız var mıydı diye hala soruyorum. Ama sanırım fazla film göz çıkarmaz, zira orijinali hala bütün ihtişamı ve derinliği ile dvd rafımda yerini koruyor.

Black Mirror 3. Sezon: En Kötüden En İyiye Subjektif Bir Sıralama


Charlie Brooker'ın 2011 yılında tv dünyasına kazandırdığı Black Mirror, İngiliz merkezli bir dizi için fazlasıyla iyi bir prodüksiyon kalitesi içeriyordu. Dahası, bölümlerin hiciv düzeylerinin yüksek olması kendine ait bir fan kitlesi yarattı. Bilimkurgu dizileri konusunda çıtayı epey yükselten Black Mirror, benim için hep modern Twilight Zone olmuştur. Twilight Zone'un orijinal serisini hatmetmiş biri olarak, onunla kıyaslanacak bir şey bulmak zor. Black Mirror ise bu konuda aklıma gelebilecek tek aday. Her bölümü ile yeni ve özgün bir hikaye anlatmaya çalışmak zorlu bir iş. Dahası aslında belirli bir türde de kalmıyor asla. Hikayelerin geçtiği zamanlar bile birbirinden kopuk. Black Mirror'ı bir bütün olarak değerlendirmek zor gibi gelse de kulağa, sonunda herkesin aklına gelecek ortak özellik, teknolojinin insan hayatına kattıkları üzerine iyi kötü bir şeyler söylemeye çalıştığıdır. Twilight Zone da benzer bir şekilde teknolojinin gidebileceği uç ve kötü noktalarla ilgili fikir yürütürken, bazen eski bir vampir hikayesi gibi fantastik şeylere yer verebiliyordu. Açıkçası en güzel bölümleri de genelde bu mesaj vermekten uzak durduğu bölümleriydi. Black Mirror bunu yapmıyor ve sınırlarını belirgin tutuyor.

Black Mirror 3. sezonuyla yine başka dizilerle kıyaslanamayacak bir seviyeye ulaşmış. Ama her bölümün beklentilerimi karşıladığını söyleyemeceğim. Aşağıdaki liste benim bölümler hakkındaki fikirlerimden oluşuyor ama çevremdeki insanlar dahil olmak üzere pek çok kişinin bana katılmayacağını biliyorum. Black Mirror ile ilgili beklentileriniz, gerçekten distopik hikayeler görmekse listeniz bambaşka olacaktır. Bu sezonu hayalkırıklığı olarak değerlendiren pek yorum okumadım, sonuçta karşımızda birbirinden bağımsız 6 koca film duruyor. Ama sanırım herkesin sevmediği birkaç bölüm var ve bunlar da oldukça değişken. Bütün bölümleri aynı anda piyasaya sürme fikri de bizi haftalar boyu eziyet çekmekten kurtardı.
Neyse. Brooker'ın üstün emeğini takdir ederek başlayayım.

Ve en az beğendiğim bölüm...
(Aşırı derecede spoiler içereceğini söylememe gerek var mı?)


3.3 Shut Up and Dance



Linç edilmekten korkarak başlıyorum çünkü imdb'de notu en yüksek bölümlerden biri bu. Shut up and dance, geçtiği dönem olarak günümüzü seçmiş olması, sıradan karakterleri merkeze alması, bölüm boyunca merak ve heyecan dozunu hiç düşürmemesi ile herkesi etkilemiş görünüyor. Bu bölüm kesinlikle yabana atılacak bir bölüm değil. Hepimizin yaşayabileceği bir kabusun içerisine giriyoruz ve olması hiç de imkansız olmayacak olaylara tanık oluyoruz. Tabi bir noktaya kadar. Hikayenin başında küçük bir çocuğa oyuncak hediye eden ve kendisi de oldukça ufak görünen karakterimizin basit bir mastürbasyon sonrası yaşadığı korkuyla empati kuramamanın yaşattığı kopukluk büyük. Ben ister istemez, olayların sınırsız düzeyde garipleşmesini şaşkınlıkla izledim. Tabiki soygun sahnesi ya da paket teslimi kısımlarında kendimi kaptırmadığımı söyleyemem. Ama mesaj vermek uğruna yapılan final dövüşü o kadar zorlama geldi ki... Troll-suratlı mesajları beğendim ama bir türlü çocuk pornosu izleyen bir insanın webcam'inden çekilen görüntülerin nasıl ona karşı delil olarak kullanılabileceğini bilemedim, hala da annesine giden görüntünün tam olarak ne olduğunu bilemiyorum. Yani garip ayrıntılar içerisinde boğuldum ve heyecan dozunu, oyunculukları takdir etsem de, son üçte birlik kısmın hikayeye çok zarar verdiğini düşünüyorum.

3.2 Playtest


Playtest, güya günümüzde geçen bölümlerden biri, ama hikayedeki fikir o kadar üst düzey ki, ben yine de bundan 40 yıl sonrasını falan düşünüyorum. Bilgisayar oyunlarının "gerçekçilik" takıntısı üzerine ilerleyen film, insan beyninin kendi kendine nasıl da bir oyun yaratabileceğini anlatmaya başlıyor. Bu bölümü bana en çok sevdiren, ana karakterimizin kendisi oldu. Bir yandan umursamaz ve tatlı bir yanı var, diğer yandan babasının erken başlangıçlı Alzheimer'ı ile depresif yönünü gösteriyor. Hikayenin birazcık zorlama 2. twistinden önce yaşadığı zihinsel yıkım gerçekten kendimi inanılmaz kötü hissetmeme neden oldu. Babasının kaderini yaşamak zorunda kalması, yani en büyük korkusunun gerçek olması beni rahatsız etmişti. Ama sonrası biraz mantıksız geldi. Telefonun ölüme yol açma ihtimali biliniyorsa, en azından odanın dışında bir yere konulmalıydı diye düşündüm. Dahası ölen adamın pat diye poşete konup kaldırılması ve "esrarengiz" yok olma ile ilgili hiçbir endişe taşımıyor olmaları absürd geldi. Keşke babası ve annesi ile ilişkisine daha çok değinseydi. Sonuçta onu ölüme götüren şey de, ihmal ettiği annesinin araması oldu.

3.5 Men Against Fire


Yine genele baktığımda en az sevilen bölümün bu olduğunu gördüm. Nedenini anlayabiliyorum. Oldukça net bir politik mesaj veren, olması gerektiği kadar akıcı olmayan, prodüksiyon kalitesinin hikayenin büyüklüğü karşısında bekleneni veremediği bir bölüm. Ama diğer yandan distopik bakış açısı ile şahane bir iş çıkardığını da inkar edemiyorum. Black Mirror'ın güzelliği ayrıntılar ise, rüyalarımızı bile yönetebilen bir üst gücün, bize neler neler yaptırabileceğini düşündürüyor. Dahası "onam" kavramı ile ilgili de bambaşka bir fikir ortaya atıyor. Şu an yaşadığımız düzende kabul ettiğimiz pek çok şeyi, nasıl da kabul etmeye zorlandığımızı, bunun da bizim kararımız olduğu gerçeğinin nasıl da yüzümüze vurulduğunu anlatıyor bir anlamda. Diğer yandan insanların "ölüm dürtüsü" ile nasıl savaştığına dair verileri sıralarken, karşıdaki canlıyı insanlıktan çıkararak toplu kıyımlar yapılabildiğini söylüyor. Bu korkutucu fikir, beni fazlası ile rahatsız etti. Çünkü günümüzde zaten ırklar ve dinler üzerinden ötekileştirme ve zarar verici dürtüleri akla uydurma söz konusu. Hakkı yenen bir bölüm. En azından senaryo bazından oldukça başarılı.

3.6 Hated In Nation


1.5 saatlik bir final, bu kadar büyük bir dizi için ideal. BM'ın şaşaalı final bölümü de bir sinema filminden farksızdı. Soluk kesici distopik bir polisiye yaratmak isteyen Brooker, uzaktan bakınca hiç de olmayacak bir takım öğeleri başarı ile bir araya getirmiş. Drone arıları hack'leyerek insanları avlayan bir twitter hackerı, ilk başta kulağa saçma sapan geliyor. Ama yönetmen James Hawes, hikayesinin özünü çok iyi anlamış ve bunu da kitsch olmayacak bir şekilde işleyebilmiş. Diğer yandan internetin günümüzde linç kültürünü yeniden yarattığı yalan değil, bu bölüm de bunu en değişik noktalarına kadar incelemiş. Asıl katilin hikayenin sonuna kadar Se7en tadında gizlendiği bölüm, finalinin açık uçlu olması ile devam edeceğinin sinyallerini veriyor. Özetle, bence çok sürükleyici ve güzel bir hikaye. Dahası ölüm getirenin, soyu tükenmiş bir canlının robot versiyonu olması ve ana iki kadın karakterimiz arasındaki kimya beni oldukça memnun etti.

3.1 Nosedive


Mükemmel ismiyle bu sezonun açılışını yapan Nosedive, toz pembe bir kara komedi. Çok uzak olmayan bir gelecekte, elektrikli arabaların benzinlik gibi yerlerde şarj edildiği, insanların diğer insanlardan aldıkları yıldız kadar itibar gördükleri bir dünya hayal edin. Kapıların bile aldığınız puana, ya da ne kadar "elit" olduğunuza göre hesaplandığı, sosyal statünün instagram like'ları gibi üzerinize yapıştığı çok uzak olmayan bir gelecek bu. Bölümün pastel tonlarındaki görüntü yönetimi, her şeyin çok "hip" olduğu ve garip bir şekilde güzel göründüğü bu modern dünya, bende epey bir rahatsızlık hissi yarattı. Belki de şimdiden bu dünyada yaşadığımız içindir, bilemiyorum. Adı gibi hızla çakılan karakterimizin finalde "kendi olabildiği" kareler bana "mutlu son" gibi geldi. Ama yine kararı size bırakıyorum. Bryce Dallas Howard'ın ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu hatırlamak istediğinizde, ayna karşısında gülme alıştırmaları yaptığı sahneyi aklınıza getirin.

3.4 San Junipero


Sıra geldi sezonun en güzel bölümüne. Bana göre, Black Mirror'ın da en iyi bölümü bu. Yani bu sezon pek çok ilginç bölüm olmasına rağmen, bu bölüm televizyon tarihinin en iyi işlerinden biri. Abarttığımı da düşünmüyorum, çünkü oyunculuklardan senaryoya her şey kusursuz. İki ana karakterimizin arasındaki kimya mükemmel. 80'lerde başlayan hikayenin atmosferi çok güzel. Bölümde geçen bütün şarkıların senaryo ile bağlantılı olması (The Smiths'ten "Girlfriend In A Coma" ya dikkatinizi çekiyorum.) çok tatlı bir ayrıntı. Black Mirror, tam da bunun gibi bölümlerde bir mesaj vermeye kasmazken, etkileyici olmayı başarabiliyor. Komadaki bir kadın ile, kanserden ölmekte olan başka bir kadının, fantazmik bir dünyada aşık olabilmeleri, tekrar genç olup hayatlarını yaşayabilmeleri ne kadar da güzel bir fikir. Bunu ölüm ve sonsuza kadar hayatta kalabilme temaları ile birleştirince dev bir dünya çıkıyor karşımıza. Hikayenin twisti bile o kadar twist gibi gelmiyor çünkü öyle şok etmek gibi bir hedefi yok bu bölümün. Sadece hikayesini çok iyi bir şekilde anlatmaya çalışıyor ve bunu da başarıyor. Gözlerim sonlara doğru defalarca kez yaşardı. Özellikle ölen kocası ve çocuğunu bırakıp, sonsuza kadar yaşama fikrine karşı gelen karakterin yaşadığı ikilemi düşünmüş olmalarını takdir ettim. Bu ve bunun gibi bölümler Black Mirror'ı sadece bir tv dizisi olmaktan çıkarıp, büyük bir sanat eseri haline getiriyor.

2017'de 4. Sezonu ile geri dönecek olan Black Mirror yine piyasaya düştüğü anda olay yaratacaktır.