30 Kasım 2016 Çarşamba

Mean Streets of Gadgetzan'a Giriş


Yarın Mean Streets of Gadgetzan geliyor. Hearthstone herhalde ilk defa bu kadar büyük bir değişimden geçiyor. Oyunun artık eski heyecanını kaybettiği ve oyuncu sayısında azalma olduğunu gören Blizzard, yepyeni bir oyun yaratmaya girişmiş. Whispers of the Old Gods iyiydi, Karazhan fena değildi. Oyunu hayatta tutacak bir miktar taze kan sağladılar. Ama bu durumun kalıcı olmayacağı belliydi, bu açıdan HS ekibi için oldukça devrimsel bir adım bu.

MSoG hakkında konuşacak yazacak çok şey var. C'thun'da olduğu gibi yeni dinamikler geliyor, daha önce olmayan class ayrımları yapılıyor. Bunları burada daha sonra tartışmak mümkün. O kadar çok değişiyor ki oyun, dengeye gelmesi uzun sürecektir. Gadgetzan bir şehir ve bu şehir suçluların gezindiği, farklı mafyavari ailelerin birbiriyle savaştığı bir yer. Yıllardır tanıdığımız 9 class, 3'erli gruplar halinde bir araya geliyor.

Grimy Goons: Hunter, Paladin, Warrior (savaşçı aile) 
Kabal: Mage, Priest, Warlock (büyücü aile)
Jade Lotus: Druid, Rogue, Shaman (suikastçi aile)

Bu aile ayrımının şöyle bir önemi var. Artık bazı neutral minionları her class kullanamayacak. Bazı kartlar sadece Kabal ailesine açık olacak mesela. Benzer bir şekilde "random kart" kazandıran büyü kartları da bu şekilde işleyecek. Yani bir Hunter, random olarak Hunter, Paladin ya da Warrior kartı çıkarabilecek. Bu tabi işleri karıştırıyor ve sonsuz kombinasyona olanak sağlıyor. Son zamanlarda birbirinden kart çalan burgle-vari deckler popülerdi. Bu iyice bu konuda kafaları karıştıracak ve eğlenceyi arttıracak gibi görünüyor. (Bir Hunter'ın elindeli, Paladin kartını çalan Priest görürseniz şaşırmayın.)

Şimdi dikkatimi çeken birkaç karttan ve oyun stilinden bahsetmek istiyorum. Bu kartlar ne kadar tutacak, meta'daki diğer kartlarla ne kadar uyum sağlayacak, gözüktüğü kadar işe yarayacak mı bilmiyorum.

Jade Golem



Öncelikle Jade Golem'den bahsetmek lazım. Yeni C'thun olacak gibi görünüyor çünkü. Bu kartın özelliği şu, Jade Golem ile etkileşen kartlar mevcut. Hepsi de işe yarayan, güzel kartlara benziyorlar. Jade Golem özellikle Jade Lotus ailesine özel. Jade Golem asla direk olarak elinizden oynayacağınız bir kart da değil. Yaptığınız büyüler ya da attığınız minionlar ile summon oluyor. Ve trick noktası şu, her seferinde 1 fazla ile summon oluyor. Yani ilk çıktığında 1/1, sonra 2/2 ve böyle gidiyor. İşin daha da iyisi bu bir geliştirme gibi görünmediği için, silence ile susturulamıyor da. Yani çok aşırı güçlü bir kart var karşımızda. 3 class'ın da (rogue, shaman, druid) 4-5 adet ayrı jade golem kartı var ki bunların kombinasyonu ile daha da fazlası yaratılabiliyor. C'thun 1 veya 2 kere oyuna giriyor ve battlecry ile epey bir ortalığı temizliyordu ama Jade her seferinde baştan doğuyor ve tekrar öldürülmesi gerekiyor. Hangi removal ile temizlenecek bilemiyorum.
Mesela şu karta bir göz atın ve dediklerimi tekrar düşünün:

Mistress of Mixtures

Bu ufak kart, tahminlerim doğruysa, çok büyük işler başaracak. Son zamanlarda artan agro deck'lerle başa çıkmak neredeyse imkansız hale gelmişti. 4 veya 5. elde biten oyunlar zevk vermekten çok, sadece hızla rank basamaklarını tırmanmak isteyenlerin mezesi oluyordu. Hunter veya Warlock ile oynamak çok can sıkıcı hale gelmeye başlamıştı özetle. Blizzard da bu konuda sonunda düzgün bir adım atmaya karar vermiş. Murloc dışında agro decklere pek yatırım yapılmamış MSoG'da. Bu kart da 1. elden 2/2lik bir gövde ile rakibinizin oyunu hızlıca domine etme girişimlerini etkisiz bırakacak güce sahip. Ufak olmasına bakmayın, tam bir anti-agro silahı.

Drakonid Operative

Sadece bu kart bile MSoG ile sonunda tekrar eski gücüne kavuşacak Dragon Priest hakkında bir fikir veriyor olmalı. (Daha çılgın Dragon kartları da mevcut.) Bir zamanlar en çok sinir bozan ve aşırı güçlü olan bu deck, tam da bunun gibi, karşınızdakinin 3 kartını görmenizi ve aralarından birini seçmenizi sağlayacak şahane kartlarla popüler olacak. Tahminim Jade Golem'den sonra en üst sırada olacak. (Priest seven ve Purify sonrası ağlayanlara duyurulur.) En kötü yere 5 manaya 5/6'lık bir minion bırakacak olduğunuz için asla gözünüz arkada kalmayacak.
 Ysera büyülerini anımsatan bu büyü de mesela yukarıdaki argümanımı destekliyor.

MSoG Legendary minionlarını ayrı bir yazıda inceleyeceğim için şimdilik burada bir son veriyorum.

Westworld Bölüm 9: Meraklılara Cevaplar


Geçen hafta bölüm 8'de ne oluyor sorusuna cevap aramıştım. Bir yandan da dizinin bir çeşit düşüşe geçtiğinden endişe ettiğimi ifade etmiştim. Yine de Westworld'un kredisi kolay kolay tükenmez diye düşünüyordum. Ama ne olduysa oldu, dizi o temel heyecan duygusundan bir miktar kaybetti ve benim için tekrar o duyguyu yakalamak zor olacak gibi görünüyor.

Bölüm 9 görebildiğim kadarıyla Westworld hayranlarını oldukça tatmin etmiş görünüyor. Ben şahsen zevkle izledim, ama kesinlikle tatmin olmuş değilim. Öncelikle Westworld'un Lost gibi tamamen bir takım gizemli ve akıl almaz olayların çözülmesi üzerine kurulu olmasını reddediyorum. Tabi gizem hissi izleyiciyi uzun bir süre sürüklüyor. Beklentimizi sürekli aşan ve şaşırtan karakterler merak duygusunu arttırıyor. Ama sonuçta Westworld bundan daha fazlasını vadediyordu. Ya da ben diziyi en başından oldukça yanlış anladım.

Bu bölümde açıklanan iki temel şey, zaten herkesin olmasını beklediği teorileri doğruluyor. Bernard, Arnold'ın anılarından yaratılmış bir host. Siyahlı adam da William'ın yaşlılığı. Evet, bunlar büyük gelişmeler ama zaten bunları beklemiyor muyduk? Eğer Westworld'ü potansiyelinin altında bir "gizem" dizisi olarak değerlendiriyorsak bile, bizim ortaya attığımız teorileri doğruluyor olmasında nasıl bir zevk gizli? Kendi tahminlerimizin gerçek olması ile tatmin olmamız mı gerekiyor? Lost bittiğinde herkes ortaya attığı tonla soruya cevap vermemiş olmasının öfkesini kusmuştu. Westworld bu gizemli ve twist'li tonunu sürdürürse, sonu pekala öyle olabilir. Elbette soruları cevaplama konusunda Lost'tan katlarca daha başarılı, ama sonuçta izleyicinin aklını soru işaretleriyle doldurup sonra en popüler teori ile onaylamak daha basit dizilerin yapacağı bir şey.

Daha önce de söylemiştim, bölüm 4 ve 5 çok daha iyisi olabileceğini göstermişti. Ortaya sorular atmak ve sonra onları cevaplamak bir yana, bütün bu düzende daha felsefi bir şeyler olabileceğini hissettirmişti. Host'ların nasıl da insan olduğu ama bir yandan nasıl da insanlık dışı bir muameleye maruz kaldıklarını çok derin bir şekilde işlemeye başlamıştı. Bu acı verici hikaye, daha da açıklaması zor olayların ortaya çıkması ile sürükleyici oluyordu. Lost'tan ziyade bir David Lynch filmi tadı bile vermeye başlamıştı. Ki bu bir diziye yapılabilecek en büyük iltifat. (Twin Peaks, gel artık!) Bölüm 9 itibariyle dizinin hafiften kabak tadı verdiğini söylesem, bilmiyorum çok küfür yer miyim? Karakterlerin kasıntı ve felsefik konuşmalar yapması, herkesin sürekli birbirinin arkasından iş çevirmesi, kelimelere sembolik anlamlar yüklemek ve bunun üzerinden edebiyat yapmak falan gerçekten fazla "Nolan işi" olmaya başladı. Kusura bakma Jonathan ama bu projeye sonlara doğru yeterince kendini vermediğini düşünmeye başladım. Olay kurgusunu en başından kurguladıysan bile, ayrıntılarda ve diyaloglarda eski başarıyı gösteremiyorsun. (Elbette senaryo çoktan yazıldı ve dizi çoktan çekildi ama yine de konuşuyorum.)

Bu bölüm bize başka ne verdi? Ford'un kendi kopyasını da yapması ile ilgili paranoid düşünceler. Maeve'in beklediğimiz robot isyanını nasıl adım adım ilerlettiği. Dolores'in Westworld tarihinde kritik bir rolü olduğu ve Arnold'ın canını aldığı. Labirentin de aslında bildiğimiz Arnold'ın odasına çıkan basit bir koridor olduğu. Elbette Ford karakteri eskiden daha kendini çözmüş, erdemli bir karakter iken şu aralar oldukça cool bir pisliğe dönüşmüş durumda. Bu kadar kötü adamlık bana yaramadı. Ben Ford'u tanrıcılık oynayan bir otistik olarak değil, gerçekten insanın doğasını çözmeye çalışan bir filozof gibi hayal etmiştim. Ama kendi söylediği gibi, insan doğasına asla güven olmuyor. Bernard ve Maeve gibi o da bir hayalkırıklığı olmaya başladı.

Sezon finali ile ilgili çok büyük beklentilerim ya da heyecanım yok. Bu belki daha iyidir çünkü finale sakladıkları oldukça ters köşe sürprizler olabilmesi de mümkün Olursa ne güzel, diziye daha da ısınırım. Aşağıda videosunu göreceğiniz bir dakikalık promoya bakıldığında ise çok büyük bir olay yok, beklediğimiz olayların gerçekleştiğini göreceğiz gibi. Elbette şu aralar en heyecanla beklediğim dizi bölümü olacak, ama Game Of Thrones kıyaslamalarını bir kenara bırakmanın zamanı geldi. Öbürünün 2 yıl sonraki bölümlerini iple çekiyorum çünkü.


28 Kasım 2016 Pazartesi

Başı Sonu Olmayan Hikaye: Arrival (2016)


En sevdiğim film türünü sorsanız hiç düşünmeden bilimkurgu derim. Diğer yandan düzgün bir örneğini bulmanın en zor olduğu film türü de bilimkurgudur. Ama iyi bir bilimkurgu başka hiçbir şeye de benzemez. İyi bir bilimkurgu bittiğinde günlerce aklımdan çıkmaz, bir arkadaş gibi günlerce benim yanımdadır. İşte bu "iyi bilimkurgu" denilen şeye de yılda bir, bilemedin iki tane rastlarsam öpüp başıma koyarım.

Denis Villeneuve, Kanada'daki bir okul katliamını anlattığı Polytechnique'ten beri takip ettiğim bir yönetmen. Incendies ile ondan beklenmeyen bir çıkışa imza attığında da oradaydım. Ama genel izleyicinin tam karşısında duruyordum, çünkü gereğinden fazla önem atfedilmiş bir filmdi. Özellikle sert ama sulu sonu hikayesini inandırıcılıktan uzağa sürüklüyordu. Ama problem Villeneuve'de değildi elbette. Prisoners geldiğinde ise fırtınalar tekrar koptu. Bu sefer ben iyice kendimi uzaklaşmış hissettim, çünkü gereğinden uzun süresine rağmen başarısız bir polisiye/gerilimdi. Başarısız olduğu kısım yine senaryo ile ilgili problemlerdi gerçi. Villeneuve'ün yönetmenliği filmde en aklımda kalan şey olmuştu. Aynı sene çıkardığı, ve daha az dikkat çeken başka bir filmi, Saramago uyarlaması olan Enemy ise bence gayet güzel bir filmdi. Bu film sayesinde sıradan bir yönetmen olmaktan çıktı gözümde ve iyi bir senaryo bulduğunda döktürebilen bir adam olduğuna ikna oldum. Hemen sonrasında ise geçen senenin en iyi filmlerinden biri Sicario ile geldi. Oyuncularından senaristine kadar herkesin döktürdüğü, uzun yıllardır yapılmış en iyi suç dramasıydı. Sonrasında bir bilimkurgu filmi üzerine çalıştığını okuyunca heyecanlanmaya başlamıştım.

Bu uzun girişi yapma sebebim, yönetmenin bu film için öneminin altına çizmek istemem. Villeneuve asla çok güvendiğim ya da favorilerim arasına koyduğum bir yönetmen değildi. Bu film de bunu tam olarak değiştirmiyor, ama sonunda kendine has bir tarzı olduğunu, artık ismini bir imza gibi kullanabileceğini ispatladı. "Arrival", Nolan'ın "Interstellar"ından beri büyük bütçeli felsefik bilimkurgulara aç kalmış insanları doyurabilecek malzeme sunuyor. Ama aynı kitleyi aynı şekilde ikna edemeyeceği de kesin.


İki filmin birbiri ile sık sık kıyaslandığını göreceksiniz. Nolan'ın karmaşık ve epik filmi ile Villeneuve'ün 40 milyon dolar bütçesi ile mütevazı bir şekilde çektiği film neden kıyaslanır. Benzer bir zamansal karmaşayı ele almalarından dolayı muhtemelen. Nolan'ın filmlerinde son dönem iyice ortaya çıkan temel dert, aynı zaman da son Dark Knight filmini de filmografisinin dibine sürükleyen şey, kendini fazla ciddiye alırken diyalogları ile insanı bunaltan bir kasıntılığa sürüklemesiydi. Interstellar o kadar karmaşık ve karakterle dolu bir bulmacaydı ki, bütün bu yükün altından kusursuz bir şekilde çıkması imkansızdı. Karakterlerin "aşk"la ilgili şiirsel laflar ettiği, zaman kırılmalarının sonsuz bir dramaya malzeme olduğu, bilim kurallarının filmin heyecanı uğruna gevşetildiği garip bir sarmal. Yine de keyifle izleniyordu ve benzeri pek fazla film bulmak da mümkün değildi, sadece görselliği ile bile tekrar tekrar izlenebilecek potansiyele sahipti. Villeneuve ise Ted Chiang'in "The Story Of Your Life" isimli öyküsünden uyarlanmış bir senaryo ile karşımıza çıkıyor. Büyük ve karmaşık bir malzemesi yok, tonlarca karakteri, bambaşka gezegenleri, karadelikleri ya da yıldızlararası yolculuk sahneleri yok. Film boyunca dünyadan hatta belirli bir alandan neredeyse hiç ayrılmıyoruz, ama yine de insanı güzelliği ile çarpıyor.

Interstellar'ın sorunu karmaşası ve kasıntı hissiyatı ise, Arrival'ın başardığı da tam olarak bu. Makul bir sürede, sadece iki ana karakteri (ve 2 uzaylı karakteri) tekrar tekrar karşı karşıya getirirken, bir yerden sonra hoş bir kakafoni halini alan kurgusu ile izleyiciyi pek çok katmanda sürüklüyor. Öncelikle karşınızda bir uzaylı hikayesi var. Dünyanın 12 ayrı noktasına aynı anda inmiş, garip, günde sadece birkaç saat açık kalan, dev siyah yapılar var. İçerisinde ise ahtapot ile fil karışımı, başta ürkütücü ama sonra saygıdeğer gelen uzaylılar. (Onlarla karşılaşana kadar geçen ilk kısım gerçekten heyecandan öldüm.) Ana karakterimiz atom mühendisi, astronot, eski savaş gazisi ya da bilim dehası değil. Tam olarak bir dil bilimci. Evet, ana karakterin dilbilimci olduğu kaç tane film izlediniz bilemiyorum. Bu filmin özelinde, gerçekten ihtiyacımız olan da tam olarak bu karakter.


Villeneuve çok riskli bir karar almış, hatta bir süre bu senaryoyu reddetmiş diye okudum. Ama sonrasında bir şekilde ikna olduğunda, başka birinin elinde saçmasapan bir karmaşaya dönüşebilecek filmi, sade ve duru bir hale getirmiş. Özellikle sona doğru kurgu farklı zamanlar arasında sıçrama yaparken bile asla yolunuzu kaybetmiyorsunuz. Uzaylı hikayesini biraz deştiğimizde, bunun bir "iletişim" hikayesi olduğuna ikna oluyoruz. Uzaylılarla iletişim kurmak demek, diğer insanlarla iletişim kurmak demek. Ama başka bir yaşam formunun, bizimkine hiç benzemeyen döngüsel dilini çözmek o kadar hızlı olmuyor. Yine de mantıklı adımlarla ilerleyen güzeller güzeli Louise Banks (Amy Adams), diğer insanların birbiri ile iletişim yaşarken yaşadığı sıkıntılar karşısında çaresiz kalıyor. Filmin en cheesy mesajının da bu olduğunu söylemek mümkün. "Birbirimizle iletişim kuramıyoruz, yine de aynı gezegenin çatısı altında yaşamak zorundayız." Bir noktada uzaylıların bize öğrettiği evrensel dil, twistte gizli olan bir zaman manipülasyonu değil sadece, iletişim kurmaya ve birbirimizi anlamaya ne kadar ihtiyacımız olduğunun bir göstergesi gibi. Bu bile başlı başına ele alması zor bir konu, çünkü başka bir filmde Shyamalan tadında sabun köpüğü bir saçmalığa da dönüşebilirdi.

Filmin bir başka katmanı ise hikaye anlatımı üzerine. Zamanın döngüselliği yeni bir konu değil. Ama bunu dil üzerinden tekrar ediyor film. Başı ve sonu yoktur hikayelerin diyerek başlıyor, bize bir kadının genç kızının büyüme ve sonra kanserden hayatını kaybetme hikayesini hızlıca özetliyor. (Arkada Max Richter'in ambians başyapıtı "On the Nature of Daylight" eşliğinde.) Bunun hikayenin başı olduğunu düşünüyoruz. Ama film tekrar tekrar flashbacklerle bizi garip ayrıntılara götürüyor. Düzgün bir olay örgüsü beklentimizi kestiğimiz an izleyiciyi kalbinden vuracak adımlar atıyor.

Filmin şu tarihin en klişe sorularından birine cevap aradığını söylebiliriz: "Geleceğini bilseydin, değiştirmek ister miydin?" Bu soruya verilecek pek çok cevap var elbette, ama beni en çok yaralayan şunu fark etmek oldu: Louise öleceğini bile bile çocuğunu doğuruyor, boşanacağını bilerek sevdiği adamla evleniyor, hatta babasının kızının öleceğini öğrendiği andan sonra ona ilgi göstermeyi keseceğini ve onu suçlayacağını bile biliyor. Ama karşı koymuyor. Çünkü tarihin döngüselliği bunu gerektiriyor. Zaman (ve kişisel tarihimiz) düz bir çizgide ilerlemediği sürece, onu değiştirmenin ne anlamı olabilir ki? Tıpkı uzaylıların dili gibi, iki yönlü ilerleyen bir bakış açısı ile aslında olan biteni kabul etmeyi ve buna olgunlukla bakabilmeyi öneriyor film. Şok edici bir olgunluk. En azından beni şok etti.

Nitekim, bu filmi basit bir bilimkurgu ya da ağır bir Asimov romanı gibi hayal etmeyin. Çok başka, ortalarda bir yerde belki. Ama sadece beyin kıvrımlarınıza değil, kalp kapakçıklarınıza da hitap ediyor. Bu açıdan Villeneuve bu minik filmi ile kariyerinin en büyük işini başarıyor. (9/10)


27 Kasım 2016 Pazar

Bir Hikaye Anlatım Formu Olarak Oyun: Gone Home (2013)


Video oyunlarını hala sanat eseri olarak kabul etmekte zorlanıyorsanız, bu muhtemelen internet kafelerde oyun oynayan insanların "adam öldürmek" ya da "paladin basmak" dışında bir şey hissetmediklerini düşündüğünüzdendir. Uzaktan bakınca elbette bilgisayar oyunları "kazanmak" ve "kaybetmek" arasında bir çizgide seyrediyor ve çoğu zaman insanı bu şekilde tatmin ediyor. Sinema gibi, video oyunlarının da mainstream olanları ve indie olanları mevcut. Bu açıdan gerçekten "eğlenmelik" bir oyun yapmaktan uzak duran ve bir hikaye anlatım formu olarak oyunları kullanan sanatçılar da var. Söz konusu ana karakteri canlandırdığınız bir filmden ne farkı var ki bazı oyunların? 

"Gone Home" bir günlük "bedava" olması sayesinde adını duyduğum ve merak edip indirdiğim bir oyun. Herhalde beklentim olmamasından kaynaklı bir aşırı uyarılma yaşadım, çünkü karşımda mükemmel bir oyun duruyordu. Bu kazanıp kaybedeceğiniz bir oyun değil. Tek seferden fazla oynanacak bir oyun da değil. Ölmeniz bile ihtimal dahilinde değil. Sadece karşımızda gizlenmiş bir hikaye var, ve oyunun bize ödülü bu hikayenin parçalarına ulaşmamıza izin vermesi. Hikaye demişken, bu öyle bir hikaye ki, bu kadar güzel bir aşk hikayesini herhangi bir oyunda görmemiş olabilirsiniz. Ne kadar övsem az olacak diye korkuyorum.


1995 yılında geçiyor hikayemiz, Avrupa gezisinden evine dönmüş bir genç kızı oynuyorsunuz. O kadar uzun zaman olmuş ki, ailemizle bağlantımız bile oldukça kopmuş. Eve döndüğümüzde bomboş buluyoruz. Bu arada ev de alışık olduğumuz bir ev değil, çünkü hikaye ilerlediğinde anlıyoruz ki bu ev babamıza miras kalmış ve biz yurtdışında iken taşınılmış. Odamıza vardığımızda sadece koliler buluyoruz. Tabi bizi karşılayan en önemli ayrıntı da kapıda bizden 2 yaş küçük kardeşimizin bıraktığı not. Kendisi evden kaçtığını söylüyor ve özür diliyor.

Gone Home için tam olarak şunu söyleyebilirim: Hadi hikayeyi bulalım! Oyun tam olarak dev bir konakta yavaş yavaş gezinmek, sağa sola bırakılmış notlar ve mektuplar üzerinde neler olup bittiğini çözmek üzerinde. Hadi kardeş evden kaçmış ama anne baba nerede? Hadi onu geçtim, bir de evde yaşadığı söylenen bir hayalet var, ki evin ürkütücü atmosferi sırasında her an karşınıza çıkacağı gerilimi devam ediyor. Bir yerden sonra garip bir ergenliğe geçiş hikayesi ve hayalet hikayesi, tam anlamıyla sıcacık bir aşk hikayesine evriliyor. Bu sıradan bir aşk hikayesi de değil üstelik. Yavaş yavaş genç bir kızın duygularını tanımlaması, kendi kimliğini bütünleştirmesi ve gerçek aşkı ortaya çıkarması üzerine kurulu. Burada spoiler vermemek adına ayrıntıya girmiyorum, ama oynarsanız gerçekten etkileneceksiniz. Hatta yer yer gözlerim bile yaşardı itiraf ediyorum. Black Mirror'ın 3. sezonunun 4. bölümü "San Junipero" da benzer bir iz bırakmıştı kalbime. (Kendisi hakkındaki incelememi burada bulabilirsiniz.)


Oyunun grafikleri abartılı düzeyde değil, ama ayrıntılar ve tasarımlar tam olması gerektiği gibi. Karşımızda onlarca odadan oluşan bir ev var ve her odanın her çekmecesi karıştırılabilir düzeyde. Ki karşımıza gizli geçitler ve odalar da çıkıyor ki oyun adım adım yeni bölgeler açıyor. Basit bir kurşun kalemden, karmaşık bir yemek masasına kadar her tasarım büyüleyici. Dahası yavaş yavaş 90'lar girl power alt kültürüne doğru ilerlediğimiz ve hatta bir fanzini inceleme fırsatını bile bulduğumuzu söyleyebilirim. Oyun çekme kasetlerle dolu ve bulduğunuz zaman şahane punk ya da post-punk şarkıları ile ödüllendiriliyorsunuz. Oyunun soundtrack'inin oyunla ilgili en güzel şeylerden biri olduğunu söylemeliyim.

Kısacası, bu oyunu özellikle bilgisayar oyunu sevmeyen ama iyi bir hikayeyi izlemek için de sabrı olan insanlara öneriyorum. İlk başta sizi çıldırtmayacak, ama bittiğinde de hiç unutamayacağınız bir deneyim olarak kalbinize kazınacak.

23 Kasım 2016 Çarşamba

Westworld Bölüm 8: Ne Oluyor Şimdi?


Diyeceksiniz ki, 7 bölüm yazmadın, neden şimdi yazıyorsun. Açıkçası diziyi zaten 6. bölümünden yakalayabildim. Herkesin "yeni bir GOT geliyor" naraları atarak tanıttığı dizinin belki sofistike atmosferi ve şiddet/seks konusunda sansürsüz tutumu benziyor olsa da, neredeyse aynı seviyede olduklarını söylemek zor. Ben Westworld'u beklediğimden katlarca fazla beğendim üstelik. Uzaktan hiç de çekici görünmüyordu hem de. Sonuçta Jonathan Nolan'ın imzası diyebileceğimiz karakterlerin fazla zekice ve felsefik cümlelerle dolaşıp durması bile beni diziden soğutmadı. "Inception"da da alışık olduğumuz o izleyiciye kendini "zeki" hissettiren tonun hayranı değilim ama. Yine de ister istemez kendini fazla ciddiye alan bu ton, Westworld'de işe yarıyor ve dizi yer yer "mindfuck" moduna giriyor. Kafam iyiymiş gibi hissediyorum o anlarda.

Nitekim 7. bölüm benim için hayalkırıklığıydı. Bernard'ın robot olması büyük bir şok değildi, dahası o kadar geliştirilmiş bir karakterin birkaç bölüm içinde robot olarak twistlenmesi hoşuma gitmedi. Fazla zorlama buldum, ne yalan söyleyeyim. Dahası Bernard'ın Arnold'ın anılarını sahiplendiği ayrıntısı da dikkat çekici olsa da, beni çok mutlu etmedi. Acaba beklentilerim fazla mı yüksekti? 2 önemli karakter dizinin son 5 dakikası içerisinde harcandı gibi hissediyorum. Theresa'ya da bayılmazdım ama Hale gelir gelmez resmen harcandı.

8. bölüm ise "mindfuck" konusunda bir adım öteye gitti. Sorulara cevap vermek yerine, daha çok soru yaratmak konusunda Lost ile yarışabilecek bir bölümdü. Dolores'in Arnold ile ilişkisindeki yerine göz atma fırsatımız oldu. William'ın Siyah Adam ile aynı kişi olduğu teorisini güçlendiren zaman kırılmalarına göz attık. Arnold'ın da canını sıkıp kafayı yemesine sebep olan mevzuunun robotlarla ilgili vicdan azabı olduğunu duyduk. Maeve'in kaçış planı ise olanca başarısızlığı ile ilerliyor. Tamamen 2 salak tamircinin eline bakan süreç tam olarak nasıl bir isyan hareketine dönüşecek bilmiyorum. İçimden bir ses Maeve'in yakalanıp, reset'leneceği ve tekrar bilinç kazanmak zorunda kalacağı yönünde. (Tıpkı geçmişte olduğu gibi.) Edi ile Büdü'nün neden bu kadar ileriye gittiğine dair inandırıcı bir açıklama alamayacağımız aşikar. Ama en azından Siyah giyen adam ile ilişkisini ufaktan çözmeye başladık. Belki Arnold'ın ölümünden sonra bıraktığı anahtarlardan biri de Maeve'dir ve Ford'un oyununu bozacaktır, kim bilir. Şimdilik süreci iyi yönetemedi ve kendini daha boktan bir duruma soktu. Dizi bu noktadan nasıl alıp yürüyecek bilmiyorum. Çünkü Maeve'in hikayesi eskisi kadar çekici gelmiyor. Dolores-William ikilisi de resmen ilerleyemiyor.

5. ve 6. bölümlerde açıkçası dizi bence çok iyi bir yönde ilerliyordu. Şu an ise yolunu şaşırmış gibi. Nolan elbette bir şekilde işleri yoluna koyar. Ama bu sezonun ortalarında hissettiğim o "şahane" hissiyat elbette sürmedi. Zaten bunu sürdürmek de kolay değil, koskoca Twin Peaks'ın bile bir noktada sıçabildiği bir dünyada yaşıyoruz. Yine de daha güzel hamleler yapılabilirdi. Westworld dev bir bütçeye, şahane oyuncu kadrosuna, güzel bir konuya sahip bir dizi. Aynı anda Blade Runner, The Good, the bad and the ugly ve Inception tadında kaç tane eser gördük ki? Bence sonunda birilerinin android ruh sağlığıyla ilgilenmeye başlaması bile güzel bir gelişme. Bilimkurgu sinemasının daha çok bu tür konularda fikir yürütmeye ihtiyacı var.

Lafı gelmişken, muhteşem Arrival ile kariyerinde ayrı bir zirveye uğrayan Denis Villeneuve, yıllar sonra gelecek olan Blade Runner 2049'ın çekimlerini yapmakta. Bu haber beni mutlu etti zira kendisi iyi bir senaryo ile her zaman iyi işler çıkaran bir yönetmen.

Neyse bu yazı da burada bitsin. Son 2 bölümün daha iyi olması dileğiyle...

13 Kasım 2016 Pazar

Ghost In The Shell (2017) Filminden İlk Fragman

Bir proje yıllar yıllar sürdüğü zaman, ondan ümidi kesmek lazım derler. Half Life 3 mesela, artık kimsenin geleceğine dair bir ümidi kaldığını sanmıyorum. Her yıl yeniden haberlere çıkar ve yok olur. Gerçi Ico ve Shadow of Colossus sonrası The Last Guardian'ı yapan Team Ico'nun sonunda yalan olması beklenen projeyi bitirdiği duyuruldu. Oyun yakında piyasada olacak. O açıdan her zaman bu hikayeler kötü sonlanmıyorum.

Tüm zamanların en iyi ve en etkili bilimkurgu filmlerinden biri olan Ghost In The Shell'in live action filmi çekilecek denildiğinde, oldukça boş bir uğraş olacağını düşünmüştüm. Amerikanlaşmaktan nasıl kurtulacaktı ki? Hikayenin aşırı derin ve felsefik tonu gidecek ve yerine bolca aksiyon girecek diye düşünmüştüm. Yine de en sevdiğim filmlerden birinin live versiyonuna hayır diyemezdim, o nedenle inceden beklemeye koyuldum.

Yönetmeni açıklandı, Rupert Sanders. Kim diyecek olursanız, valla ben de tanımıyordum. Sonradan öğrendim ki, Snow White and The Huntsman isimli başarısız masal spin-off'unu yönetmiş. Gerçekten kötüye işaret. Sonra Major Kusanagi'yi oynayacak isim belli oldu, Scarlett Johansonn. Tip olarak kesinlikle 10 numara tercih. Son zamanlarda "Under The Skin" gibi acayip bilimkurgularda da boy gösterdiğinden beri kendisine sevgim oldukça arttı. Bu iyiye işaret. Peki Juliette Binoche ve Takashi Kitano'ya ne demeli? Hatta Game of Thrones'da son sezon çıkış yapan Euron Greyjoy rolü ile hayatımıza giren Pilou Asbaek de Batou rolünü kapmış. Biraz fazla etnik bir karmaşa söz konusu elbette, ama zaten GiTS'in dünyası da böyle bir dünya. Dev kapitalist şirketlerin birer parazit gibi insanlığı ele geçirdiği ve androidleştirdiği, benliğin ve bilincin yavaşça yıkılıp gittiği bir gelecek bu. İnsanlığın geleceğinde etnik sınıfların ne kadar yeri olacağını göreceğiz.

Sonra bir takım kısa teaser'lar fırladı. Onları burada paylaşmayacağım çünkü hepsi 10 saniye kadar sürüyor ve tümü de fragmana konmuş zaten. Söz konusu fragmanı önce şuraya koyalım:



Kareleri inceleyecek olursanız, bazı sahnelerin birebir çekildiğini görebilirsiniz. Yönetmenin GiTS hayranı olduğunu varsaymak istiyorum. Çünkü yaratılan dünya görebildiğim kadarıyla oldukça isabetli. Ama daha önce görmediğim bir takım sahneler de var. Bunlardan biri lezbiyen bir öpüşme sahnesi içeriyor, sanırım bu aralar Hollywood'da olmazsa olmaz bir durum. Yine meşhur Kukla Ustası ile karşılaşma sahnelerinden birinde keşiş benzeri varlıklar duruyor, buna da pek anlam veremedim. Diğer yandan finaldeki abartılı tank sahnesinden kısa bir kare görmek beni mutlu etti. Muhtemelen sona doğru doruğa ulaşan heyecan bu filmde de yerinde olacak. Ama GiTS'i benzerlerinden ayıran duygusallığıydı. Son sahnede Kukla Ustası'nı kurtarmak için tankın tepesine atlayıp kapağını kırmaya çalışırken kaslanan ve erkeksileşen kolları sonunda kırılıyor ve yağmur çamur içerisinde terk ediliyordu. Live action bir sahnenin bu kadar etkileyici bir sahneye denk olması zor gibi geliyor bana.

The Matrix dahil, 2000'ler sonrası pek çok bilimkurgu filmlerine ilham olmuş bir başyapıtın, live action filmine ihtiyacımız var mıydı diye hala soruyorum. Ama sanırım fazla film göz çıkarmaz, zira orijinali hala bütün ihtişamı ve derinliği ile dvd rafımda yerini koruyor.

Black Mirror 3. Sezon: En Kötüden En İyiye Subjektif Bir Sıralama


Charlie Brooker'ın 2011 yılında tv dünyasına kazandırdığı Black Mirror, İngiliz merkezli bir dizi için fazlasıyla iyi bir prodüksiyon kalitesi içeriyordu. Dahası, bölümlerin hiciv düzeylerinin yüksek olması kendine ait bir fan kitlesi yarattı. Bilimkurgu dizileri konusunda çıtayı epey yükselten Black Mirror, benim için hep modern Twilight Zone olmuştur. Twilight Zone'un orijinal serisini hatmetmiş biri olarak, onunla kıyaslanacak bir şey bulmak zor. Black Mirror ise bu konuda aklıma gelebilecek tek aday. Her bölümü ile yeni ve özgün bir hikaye anlatmaya çalışmak zorlu bir iş. Dahası aslında belirli bir türde de kalmıyor asla. Hikayelerin geçtiği zamanlar bile birbirinden kopuk. Black Mirror'ı bir bütün olarak değerlendirmek zor gibi gelse de kulağa, sonunda herkesin aklına gelecek ortak özellik, teknolojinin insan hayatına kattıkları üzerine iyi kötü bir şeyler söylemeye çalıştığıdır. Twilight Zone da benzer bir şekilde teknolojinin gidebileceği uç ve kötü noktalarla ilgili fikir yürütürken, bazen eski bir vampir hikayesi gibi fantastik şeylere yer verebiliyordu. Açıkçası en güzel bölümleri de genelde bu mesaj vermekten uzak durduğu bölümleriydi. Black Mirror bunu yapmıyor ve sınırlarını belirgin tutuyor.

Black Mirror 3. sezonuyla yine başka dizilerle kıyaslanamayacak bir seviyeye ulaşmış. Ama her bölümün beklentilerimi karşıladığını söyleyemeceğim. Aşağıdaki liste benim bölümler hakkındaki fikirlerimden oluşuyor ama çevremdeki insanlar dahil olmak üzere pek çok kişinin bana katılmayacağını biliyorum. Black Mirror ile ilgili beklentileriniz, gerçekten distopik hikayeler görmekse listeniz bambaşka olacaktır. Bu sezonu hayalkırıklığı olarak değerlendiren pek yorum okumadım, sonuçta karşımızda birbirinden bağımsız 6 koca film duruyor. Ama sanırım herkesin sevmediği birkaç bölüm var ve bunlar da oldukça değişken. Bütün bölümleri aynı anda piyasaya sürme fikri de bizi haftalar boyu eziyet çekmekten kurtardı.
Neyse. Brooker'ın üstün emeğini takdir ederek başlayayım.

Ve en az beğendiğim bölüm...
(Aşırı derecede spoiler içereceğini söylememe gerek var mı?)


3.3 Shut Up and Dance



Linç edilmekten korkarak başlıyorum çünkü imdb'de notu en yüksek bölümlerden biri bu. Shut up and dance, geçtiği dönem olarak günümüzü seçmiş olması, sıradan karakterleri merkeze alması, bölüm boyunca merak ve heyecan dozunu hiç düşürmemesi ile herkesi etkilemiş görünüyor. Bu bölüm kesinlikle yabana atılacak bir bölüm değil. Hepimizin yaşayabileceği bir kabusun içerisine giriyoruz ve olması hiç de imkansız olmayacak olaylara tanık oluyoruz. Tabi bir noktaya kadar. Hikayenin başında küçük bir çocuğa oyuncak hediye eden ve kendisi de oldukça ufak görünen karakterimizin basit bir mastürbasyon sonrası yaşadığı korkuyla empati kuramamanın yaşattığı kopukluk büyük. Ben ister istemez, olayların sınırsız düzeyde garipleşmesini şaşkınlıkla izledim. Tabiki soygun sahnesi ya da paket teslimi kısımlarında kendimi kaptırmadığımı söyleyemem. Ama mesaj vermek uğruna yapılan final dövüşü o kadar zorlama geldi ki... Troll-suratlı mesajları beğendim ama bir türlü çocuk pornosu izleyen bir insanın webcam'inden çekilen görüntülerin nasıl ona karşı delil olarak kullanılabileceğini bilemedim, hala da annesine giden görüntünün tam olarak ne olduğunu bilemiyorum. Yani garip ayrıntılar içerisinde boğuldum ve heyecan dozunu, oyunculukları takdir etsem de, son üçte birlik kısmın hikayeye çok zarar verdiğini düşünüyorum.

3.2 Playtest


Playtest, güya günümüzde geçen bölümlerden biri, ama hikayedeki fikir o kadar üst düzey ki, ben yine de bundan 40 yıl sonrasını falan düşünüyorum. Bilgisayar oyunlarının "gerçekçilik" takıntısı üzerine ilerleyen film, insan beyninin kendi kendine nasıl da bir oyun yaratabileceğini anlatmaya başlıyor. Bu bölümü bana en çok sevdiren, ana karakterimizin kendisi oldu. Bir yandan umursamaz ve tatlı bir yanı var, diğer yandan babasının erken başlangıçlı Alzheimer'ı ile depresif yönünü gösteriyor. Hikayenin birazcık zorlama 2. twistinden önce yaşadığı zihinsel yıkım gerçekten kendimi inanılmaz kötü hissetmeme neden oldu. Babasının kaderini yaşamak zorunda kalması, yani en büyük korkusunun gerçek olması beni rahatsız etmişti. Ama sonrası biraz mantıksız geldi. Telefonun ölüme yol açma ihtimali biliniyorsa, en azından odanın dışında bir yere konulmalıydı diye düşündüm. Dahası ölen adamın pat diye poşete konup kaldırılması ve "esrarengiz" yok olma ile ilgili hiçbir endişe taşımıyor olmaları absürd geldi. Keşke babası ve annesi ile ilişkisine daha çok değinseydi. Sonuçta onu ölüme götüren şey de, ihmal ettiği annesinin araması oldu.

3.5 Men Against Fire


Yine genele baktığımda en az sevilen bölümün bu olduğunu gördüm. Nedenini anlayabiliyorum. Oldukça net bir politik mesaj veren, olması gerektiği kadar akıcı olmayan, prodüksiyon kalitesinin hikayenin büyüklüğü karşısında bekleneni veremediği bir bölüm. Ama diğer yandan distopik bakış açısı ile şahane bir iş çıkardığını da inkar edemiyorum. Black Mirror'ın güzelliği ayrıntılar ise, rüyalarımızı bile yönetebilen bir üst gücün, bize neler neler yaptırabileceğini düşündürüyor. Dahası "onam" kavramı ile ilgili de bambaşka bir fikir ortaya atıyor. Şu an yaşadığımız düzende kabul ettiğimiz pek çok şeyi, nasıl da kabul etmeye zorlandığımızı, bunun da bizim kararımız olduğu gerçeğinin nasıl da yüzümüze vurulduğunu anlatıyor bir anlamda. Diğer yandan insanların "ölüm dürtüsü" ile nasıl savaştığına dair verileri sıralarken, karşıdaki canlıyı insanlıktan çıkararak toplu kıyımlar yapılabildiğini söylüyor. Bu korkutucu fikir, beni fazlası ile rahatsız etti. Çünkü günümüzde zaten ırklar ve dinler üzerinden ötekileştirme ve zarar verici dürtüleri akla uydurma söz konusu. Hakkı yenen bir bölüm. En azından senaryo bazından oldukça başarılı.

3.6 Hated In Nation


1.5 saatlik bir final, bu kadar büyük bir dizi için ideal. BM'ın şaşaalı final bölümü de bir sinema filminden farksızdı. Soluk kesici distopik bir polisiye yaratmak isteyen Brooker, uzaktan bakınca hiç de olmayacak bir takım öğeleri başarı ile bir araya getirmiş. Drone arıları hack'leyerek insanları avlayan bir twitter hackerı, ilk başta kulağa saçma sapan geliyor. Ama yönetmen James Hawes, hikayesinin özünü çok iyi anlamış ve bunu da kitsch olmayacak bir şekilde işleyebilmiş. Diğer yandan internetin günümüzde linç kültürünü yeniden yarattığı yalan değil, bu bölüm de bunu en değişik noktalarına kadar incelemiş. Asıl katilin hikayenin sonuna kadar Se7en tadında gizlendiği bölüm, finalinin açık uçlu olması ile devam edeceğinin sinyallerini veriyor. Özetle, bence çok sürükleyici ve güzel bir hikaye. Dahası ölüm getirenin, soyu tükenmiş bir canlının robot versiyonu olması ve ana iki kadın karakterimiz arasındaki kimya beni oldukça memnun etti.

3.1 Nosedive


Mükemmel ismiyle bu sezonun açılışını yapan Nosedive, toz pembe bir kara komedi. Çok uzak olmayan bir gelecekte, elektrikli arabaların benzinlik gibi yerlerde şarj edildiği, insanların diğer insanlardan aldıkları yıldız kadar itibar gördükleri bir dünya hayal edin. Kapıların bile aldığınız puana, ya da ne kadar "elit" olduğunuza göre hesaplandığı, sosyal statünün instagram like'ları gibi üzerinize yapıştığı çok uzak olmayan bir gelecek bu. Bölümün pastel tonlarındaki görüntü yönetimi, her şeyin çok "hip" olduğu ve garip bir şekilde güzel göründüğü bu modern dünya, bende epey bir rahatsızlık hissi yarattı. Belki de şimdiden bu dünyada yaşadığımız içindir, bilemiyorum. Adı gibi hızla çakılan karakterimizin finalde "kendi olabildiği" kareler bana "mutlu son" gibi geldi. Ama yine kararı size bırakıyorum. Bryce Dallas Howard'ın ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu hatırlamak istediğinizde, ayna karşısında gülme alıştırmaları yaptığı sahneyi aklınıza getirin.

3.4 San Junipero


Sıra geldi sezonun en güzel bölümüne. Bana göre, Black Mirror'ın da en iyi bölümü bu. Yani bu sezon pek çok ilginç bölüm olmasına rağmen, bu bölüm televizyon tarihinin en iyi işlerinden biri. Abarttığımı da düşünmüyorum, çünkü oyunculuklardan senaryoya her şey kusursuz. İki ana karakterimizin arasındaki kimya mükemmel. 80'lerde başlayan hikayenin atmosferi çok güzel. Bölümde geçen bütün şarkıların senaryo ile bağlantılı olması (The Smiths'ten "Girlfriend In A Coma" ya dikkatinizi çekiyorum.) çok tatlı bir ayrıntı. Black Mirror, tam da bunun gibi bölümlerde bir mesaj vermeye kasmazken, etkileyici olmayı başarabiliyor. Komadaki bir kadın ile, kanserden ölmekte olan başka bir kadının, fantazmik bir dünyada aşık olabilmeleri, tekrar genç olup hayatlarını yaşayabilmeleri ne kadar da güzel bir fikir. Bunu ölüm ve sonsuza kadar hayatta kalabilme temaları ile birleştirince dev bir dünya çıkıyor karşımıza. Hikayenin twisti bile o kadar twist gibi gelmiyor çünkü öyle şok etmek gibi bir hedefi yok bu bölümün. Sadece hikayesini çok iyi bir şekilde anlatmaya çalışıyor ve bunu da başarıyor. Gözlerim sonlara doğru defalarca kez yaşardı. Özellikle ölen kocası ve çocuğunu bırakıp, sonsuza kadar yaşama fikrine karşı gelen karakterin yaşadığı ikilemi düşünmüş olmalarını takdir ettim. Bu ve bunun gibi bölümler Black Mirror'ı sadece bir tv dizisi olmaktan çıkarıp, büyük bir sanat eseri haline getiriyor.

2017'de 4. Sezonu ile geri dönecek olan Black Mirror yine piyasaya düştüğü anda olay yaratacaktır.

12 Kasım 2016 Cumartesi

Tür Bükücü Drama: The Night Of (2016)


Richard Price ve Steven Zaillian, her biri kendi çapında usta iki isim. İlkinin bir oscar adaylığı bulunmakla beraber, ötekinin "Schindler's List" ile kazandığı bir "en iyi senaryo" oscarı bulunmakta. Amerikan dizi sektörünün tarihinin en büyük konumuna geldiği şu günlerde, bu iki ismin bir araya gelerek bir proje ortaya çıkarmış olması da şaşırtıcı değil. Üstelik bunu aklınıza gelebilecek pek çok türü birbirine katarak yapıyorlar. Sanırım usta iki senarist olmanın getirisi de türlerin birbirine karışırken bunun çok doğal olduğunu hissettiriyor olmaları.

The Night Of, gerçekten efsanevi bir pilot bölüm ile başlıyor. Şu an diziyle ilgili hatırladığım anların çoğunluğu bu açılış bölümünde saklı. Başrolde oynayan Riz Ahmed'i Four Lions ve Nightcrawler'daki ilginç ve başarılı performansları ile hatırlıyorum. Bu dizide ise Pakistanlı göçmen bir ailenin üniversite öğrencisi olan akıllı ve çekingen oğlunu oynuyor. İlk bölümde hiçbir zaman tam içinde olamadığı "amerikan kültürü"nün bir parçası olabilme hayali ile bir "kolej partisine" katılmak üzere taksici olan babasının arabasını gizlice alarak uzaklaşıyor. Oldukça müslüman olan ailesine tabiki içkili ve kızlı erkekli bir yere gideceğini söyleyemiyor. Sonrasında bu gece olanları dizi boyunca birkaç kez daha ayrıntılı olarak inceliyoruz ama taksiye binen ve borderline kişilik bozukluğu olduğunu bir psikiyatrist olarak kesinlikle söyleyebileceğim bir kızın hikayeye girmesi ile her şey kabusa dönüşüyor diyebilirim. Kendisini arzulanan bir erkek konumunda bulan Nazir Khan, ne kadar içinden bir ses bunun yanlış olduğunu söylese de uyuşturucu kullanmak, kızın evine gitmek ve masada bıçakla "uç" oyunlar oynamak konusunda kendini engelleyemiyor. Sabah uyandığında gece seks yaptığı kızın vahşi bir şekilde öldüğünü gören Khan, kaçarak sokaklara düşüyor. Ama polisin onu yakalaması çok uzun sürmüyor. İlk bölümün hoş bir drama gibi başladığını, sonra bir gerilime dönüştüğünü ve sonunda polisiyeye kaydığını düşünmüştüm.


Dizinin ilk bölümü kalbinizin aralıksız atacağı bir heyecan fırtınası ama sonrası da neredeyse asla hayal kırıklığına uğratmıyor. Öncelikli olarak diziye, yaşayan en iyi oyunculardan biri olduğunu düşündüğüm John Turturro, Khan'ın avukatı olarak giriyor. Derinlik konusunda çok başarılı olan bu karakter, Nazir Khan karakterinin hapishanede yavaş yavaş antisosyal bir çöküşe uğradığı süreçte, diziyi ayakta tutuyor. John Stone amerikalı bir karakter, ama ağır psöriazisi nedeniyle sürekli yara bere içindeki vücudunun bütünlüğünü korumaya çalışıyor. Çevresindeki insanlarda tiksinti uyandırırken, yoksulların, göçmenlerin, travestilerin avukatlığını yapmaktan kaçınmıyor. Çok zeki bir karakter olmakla birlikte, tamamen melek de değil. Çoğu zaman kendi mesleki çıkarını gözetmekten de uzak durmuyor. Eski eşi, oğlu, beraber çalışmaya başladığı avukat kız, arada bir seks yaptığı fahişe, eve getirdiği kedi gibi bir sürü yan karakter avukat John Stone ile hikayeyi zenginleştiriyor. Sonrasında anlıyoruz ki, aslında hapse düşen müslüman çocuk kadar, erk'ini tekrar kazanmaya çalışan orta yaşlı bir avukatın hikayesini de izliyoruz.

Yukarıda da bahsettiğim gibi, dizi birkaç bölüm sonra aynı zamanlı ilerleyen bir hapishane draması ve mahkeme gerilimi türlerine el atıyor. İkisini de oldukça iyi becermekle birlikte, ikisini de kendi içinde daha iyi beceren diziler biliyoruz. OZ gibi bir başyapıttan sonra bu dizideki hapishane sahneleri o kadar da gerçekçi gelmiyor. Ama Khan'ın karakterizasyondaki başarısı kendinizi sürekli "Neden, neden!" diye haykırırken bulmanıza neden oluyor. Hapishane dengeleri açısından çok da fazla tahlile tutuşmuyor, ama "tutunmak" için neler yapabileceğini gösteriyor sadece. Kendinizi Khan'ın yerine koymadan edemiyorsunuz. Ben mesela, o hapishanede nasıl hayatta kalabilirdim bilmiyorum.


Bu diziyi bir "Acaba katil kim?" dizisi olarak hayal ediyorsanız yanılıyorsunuz. Dizi kesinlikle Amerika'nın iç dinamiklerine laf eden bir dizi sadece. Öyle ki dizinin sonunda katilin kim olduğu ile ilgili epey bir fikriniz oluşsa da, asla bununla ilgili bir netlik sunulmuyor. Orada anlıyorsunuz ki, dizinin göstermek istediği, bir Müslüman olması ile azınlık konumuna düşen bir gencin, hukuk sisteminin dev dişlileri arasında nasılda öğütüldüğü ve sonsuza kadar damgalanabildiği. Her şeyin biraz hızlı sonuca ulaştığını düşündüğüm -ama yine de tüyler ürpertici olmayı sürdüren- final bölümü, Khan'ın aslında uzun sürmeyen esaretinin bedelini bize göstererek "gerçek" bir sona ulaşıyor.

Çok iyi iki senaristin ortaya çıkardığı bir proje ister istemez, hem türler arası geçişleri ile hem de karakterlerin çok boyutlu resmedilmesi ile etkileyici bir seriye dönüyor. Oyuncu kadrosu ise kendi içinde sürprizler barındırdığından daha fazla isim vermek de istemiyorum. Başı sonu belli olan, uzadıkça sakız gibi elinize gelmeyen bir hikaye izlemek isteyen, 2016'nın en başarılı dizilerinden birine şans vermeli.

7 Kasım 2016 Pazartesi

Fargo Sezon 1 & 2


Fargo ile ilgili bir yazıya "Coen kardeşlerin başyapıtı bla bla bla..." diye başlamamak mümkün değil. Açıkçası Fargo bağımsız amerikan sinema tarihinde o kadar özellikli bir konuma sahip ki, sadece kendisinin güzelliği bir yana, dünya sineması adına da önemli bir film. Kara komedinin uçlarında gezinen bu film, aslında Coen'lerin en iyi filmi değil. (O sıfat Barton Fink'e ait.) Ama içerdiği kara komedi dozu sayesinde Coen'lerin senaristlik konusunda zirve yaptığı eserlerden biri. Hal böyle olunca izleyiciyi aşırı zorlamadan bembeyaz bir kabusun içerisine sürüklerken, 90'lı yılların en hatırlanan işlerinden birine dönüşüyordu. Bağımsız sinemanın da "mainstream" olabileceğini göstermesi ile birlikte 90'ların ortasını tam bir "güzel amerikan filmi cenneti"ne dönüştürdü. Düşününce 90'lar amerikan sineması adına en güzel yıllardı muhtemelen, Coen'ler ise net bir şekilde bu sinemanın zirvesinde oturuyordu.

Fargo'nun dizisini izlemek için çok geç kaldığımın farkındayım. Uzun bir süre film olan Fargo'nun mirasından yiyen hayırsız bir yeğen olarak hayal ettim onu. Çevremdekilerin yorumları, IMDB notu, acayip derecede iyi oyuncuların oynadığını görmem falan bile beni cezbetmedi. Belli ki gıcık olmuştum, Fargo'nun dizisi yapılmamalıydı. Neticede yumuşamamı sağlayan da Coen'lerin yakın arkadaşı ve Sam Raimi'nin benzer bir temaya sahip filmi "A Simple Plan"ın başrolünde oynayan Billy Bob Thornton'ı görmek istediğimi fark etmem oldu. (Billy Bob Thornton hayranlığım aslında Coen'lerin en iyilerinden biri olan "The Man Who Wasn't There" ile zirve yapmıştır.) Fargo'dan en azından birkaç bölüm izleyip devam edip etmeme kararı aldım.

Gördüğünüz üzere 2 sezonu da bitirmiş durumdayım, bu da demektir ki önyargımla ilgili pişmanlık duyuyorum. Bu yazı o nedenle çok geç yazılmış bir yazıdır. Coen'lerin de James Cameron'la birlikte dizinin executive producer'ları arasında olduğunun da altını çizmek isterim.



Sezon 1

Lester Nygaard (Martin Freeman)'ın hikayesi ilk bakışta çok sıradan bir Coen hikayesini andırıyor. Sadece ilk bölümler Coen'lerin derinlikli kara komedisinden yoksun. Daha çok karikatürize bir şekilde bunu yapıyor. Ama ana kötü karakterimizin yine Coen'lerin "No Country For Old Men" filminden fırlamış düzeyde psikopatik olması sayesinde diziye hızla ısınıyoruz. Thornton'ın canlandırdığı Lorne Malvo karakteri, tam olarak kötü bir karakterden beklediğim ayrıntıları içeriyor. Öncelikle gerçekten kötü. Kötü olmak için kötü bile diyebiliriz. İstemeden iyilik yaparken bile kötülük yapıyor hatta. Nygaard'ın içindeki ezik adamı görüp, onun vahşi yönünü ortaya çıkarmaktan aldığı keyif onu gerçek bir insana dönüştürüyor. Ona yardım edenlere ufak şakalar yapıyor, aklını kaçırtmaya çalıştığı süpermarket zinciri sahibine metilfenidat veriyor ve ortalığı çekirgelerle bile kaplıyor. Acımasız bir adam Malvo, ama aynı zamanda ileri derecede zeki. Çünkü işini şiddetle halledemediği zaman, çok da incelikli davranmayı başarıyor. Nezarethaneye düşen ve sonra Rahip olduğuna insanları ikna edebilen bir seri katilden bahsediyoruz. Nygaard'ın "erk"ine kavuşma hikayesi de oldukça keyifli elbette. Hayatındaki anlamsız insanları tek tek ortadan kaldırırken, yavaşça narsisistik bir yaratığa dönüşmesi, hatta sonunda hızını alamayıp hayatını berbat etmesi çok güzel. Hele ölümünün Narcissus gibi bir göle düşerek boğulması sonucu olduğunu düşününce. Bu sezonun bence en keyifli olayı Allison Tolman'ı sektöre kazandırması oldu. Kendisi rolünü o kadar zeka dolu bir şekilde oynuyor ki, Frances McDormand'ın Fargo'daki aşılamaz Marge Gunderson rolüne benzetilmekten kurtuluyor. McDormand oscarlık performansı sırasında gebe bir polis memurunu canlandırıyor ve aklımızı alıyordu. Tolman ise sezonun sonunda gerçekten gebe kalarak, hem Fargo'ya selam çakıyor, hem de sezonun belki de tek düzgün mutlu sonunu bize veriyordu. Onun olduğu her sahneyi hayranlıkla izledim. Sezon sonunda biraz fazla uzatılmış hissi vermiyor değil, sonuçta hikayenin bittiği noktada tekrar başlatmayı seçmiş Noah Hawley. Planının da zaten pek çok sezon boyunca pek çok farklı zaman diliminde Kuzey Dakota ve çevresindeki suç dünyasını anlatan dev bir anlatı yaratmak olduğunu söylüyor. Bu da bizi bağlantılı olan 2. sezona götürüyor.


Sezon 2

İlk sezonun aldığı güzel eleştiriler sonrası Hawley muhtemelen sezonlar boyu sürecek yeşil ışığı görmüştü. Bu noktada oyuncu kadrosunu kesinlikle üst düzey tutmaya kararlı bir biçimde Kirsten Dunst, Patrick Wilson ve Jesse Plemons'u Fargo dünyasına kattı. Bu sezon hakkında denebilecek o kadar çok şey var ki... Açılış bölümünün kafa karıştırıcı yapısına rağmen, 70'ler çekim kalitesi ve sanat yönetimi açısından böyle başarılı pek az yeni eser gördüm. İlk sezon ne kadar Fargo ve No Country For Old Men göndermeleriyle doluysa, bu sezon o kadar Miller's Crossing, The Man Who Wasn't There ve hatta Blood Simple göndermeleriyle dolu. 70'lerin sonunda geçen bir mafya, cinayet, polisiye hikayesinin içerisinde UFO'ları bekler misiniz? Söz konusu Fargo olunca evet. Kirsten Dunst'ın ödül yağmuruna tutulması ise şaşırtıcı değil, kendisi psikoz sınırındaki histerik karakterini canlandırırken senaryoda sadece kendi repliklerini okuduğunu itiraf ediyor. Bu sayede tıpkı Peggy Blumquist gibi inkar mekanizmasını otomatik olarak kullanabiliyor. Karakter sayısında abartılı bir artış söz konusu ve dizi suç değirmenini 3 katman üzerinde kurmaya başlıyor. Sıradan insanlar (Ed ve Peggy), yerel mafya (Gerhardtlar) ve Eyalet mafyası (Mike Milligan ve Kitchen Kardeşler). Bu üç katmanı çözmeye çalışan polislerin de katmanları var ama bunlar bu kadar önemli değil. Tabi kasabanın masum halkı var, ki onlar genelde arka planda helak olmakla meşguller. Noah Hawley senaryo yazımı konusunda epey büyük bir iş başarıyor ve bu kadar karmaşık bir hikayeyi önce kördüğüm yapıp, sonra yavaşça çözüyor. Çözüm geldiğinde ise her şey yerli yerine oturmamış olsa da, beklediğinizden çok daha derli toplu bir final karşınızda duruyor. Baccano diye bir anime vardır, çok fazla bilinmez ama benzersizdir. Fargo'nun ikinci sezonu ile Baccano'yu benzetiyorum. İkisi de izleyiciyi karmaşaya düşürmekten, biraz yormaktan çekinmeden hikayelerini özgürce anlatıyorlar. Karakterlerini derinlikli bir şekilde yaratıyorlar ki her adımda biraz daha kendimizi kaptıralım. Mesela Polis memuru Lou Solverson ile kanserli karısı Betsy'nin hepimizi hafifçe yoran ve hüzünlendiren ilişkisine ikna olmayan var mı? Ya da Betsy'nin babası Hank'in yavaşça ölmekte olan kızına destek olmaya çabalamasından etkilenmeyen? Peggy ve Ed gibi kaçık iki karakterle özdeşim kurup, bir noktada kendini onlarla beraber çıldırır halde bulmayan? İlk sezonki kötü karakterimizden çok daha karmaşık ve çok boyutlu Kızılderili kötü karaktere az da olsa hak vermeyen? Aile üyelerini tek tek kaybeden mafya annesinin trajedisine üzülmeyen? Öte yandan en büyük hayali sıkışıp kaldığı ev kadını rolünden kurtulmak olan Peggy ve kasap dükkanını satın alarak domuz yavrusu gibi çocuklara sahip olmayı hayal eden Ed ise bambaşka sosyolojik bir incelemenin konusu olabilir.
Böyle garip bir sezondu 2. sezon. Bu şekilde ilk sezonun bir adım önüne geçmeyi başarıyordu. Burada Hawley bariz bir zirveye ulaştığı için 3. sezon hakkında endişelenmemek zor.

İlk sezonun 2009 civarı, ikinci sezonun 1979'ta geçtiğini ve 3. sezonun 2013'te geçeceğini hatırlatmak isterim. Bu sayede belki tatlılar tatlısı Molly'yi de görme şansımız olur.

Filmekimi Günlükleri 4 - Forushande / The Salesman (2016)



Asghar Farhadi, bundan yaklaşım 5 yıl önce çektiği "A Separation" ile yakın sinema tarihinin en büyük başarılarından birine imza atmıştı. Aslında öncesinde "Fireworks Wednesday" ve "About Elly" gibi çok iyi iki film ile sinemasever çevreler tarafından takibe alınmıştı. Ama "A Separation" sadece sinemayı yakından takip eden kişilerin değil, neredeyse bütün dünyanın kulağına ulaşmayı başarmıştı. İran çıkışlı bir yönetmen için bu imkansız değil, zira İran sinemasına bir şekilde sahip çıkmaya çalışan bir ülke. Sayısız meşhur yönetmen çıkardılar ve çoktan bu konuda kendilerini ispatladı. Farhadi'yi diğerlerinden ayıran ise, aslında sinemasının o kadar da "İran" olmamasıydı. Adeta evrensel bir moral ikilem yaratmak ve sonra bunu çözümlemek konusunda ders veriyordu bütün senaristlere. "A Separation" da Oscar'a kadar uzanan yolda pek çok başarı elde etti, tüm zamanların en iyi filmlerinden biri olarak tarihe kazındı. Hemen arkasından gelen "The Past" ise biraz İran'dan uzaklaşma isteği taşıdığını hissettirmesi ile birlikte, Farhadi'den bekleneni veren, yine benzer bir yöntemi izleyen bir filmdi. "The Past"ı izlediğimde şöyle düşünmüştüm: Sanırım Farhadi'nin en iyi yaptığı şey bu, ve bunu yapmaya da sonsuza dek devam edecek. Ben ise şikayet edecek değilim, kendisinin ifadesi ile bir "dedektiflik hikayesi" anlatmasına bayılıyorum. Çatışmayı yaratma şekline, film boyunca süregiden gizemi koruma başarısına ve insanı darmadağın eden çözümlemelere varmasına hastayım. Evet, gerçekten bir hayranı olarak yazıyorum bu satırları.

The Salesman, Filmekimi'nde adını görür görmez almaya karar verdiğim ilk ve tek filmdi aslında. Yine de gösterime gireceğini tahmin edecek erteleyebilirdim. Ama erkenden izlediğime de memnunum, zira Cannes'da iki ödülü birden cebe indirdiğinden beri merak seviyem hayli yüksek. (Merak edenler için, en iyi senaryo ve en iyi erkek oyuncu ödülleri.) Daha önce çoğu filminde Shahab Hosseini'nin başrolde olduğunu görmek ise ayrı bir heyecandı, daha filmi izlemeden aldığı ödülü da hak ettiğine emindim. Zira Farhadi'nin filmlerini takip edenler ne kadar muazzam bir oyuncu olduğunu zaten biliyorlardır.


Karşımızda Farhadi sinemasının tüm özelliklerine sahip bir yapıt duruyor diyerek başlayabilirim. Tipik olarak bir Farhadi filminde önce karakterleri tanırız. Sonra bir noktada karakterlerden birinin başına "kötü" bir olay gelir, ama biz bu olayı asla göremeyiz. Bu kısımı eliptik bir şekilde saklamayı tercih ederek bizi olayın birkaç saat sonrasına ışınlar. Bu noktada çoktan felaket gerçekleşmiştir ve karakterler bir anda korkunç bir ikilemin içine düşmüştür. Hikaye buradan sonra hemen hemen dedektiflik hikayesine dönüşür. Yani "katil kim?" demektedir sürekli. "About Elly"'de bu Elly'ye ne olduğunu bulmakla ilgilidir, "A Separation"da aslında tam olarak hamile bakıcının başına ne geldiğidir.

"The Salesman" adını, Arthur Miller'ın "Death of a Salesman"ından almakta. Filmdeki ana karakterlerimiz bu oyunu gösterime sokmaya çalışan bir tiyatro kumpanyasında çalışmakta. Bu kısımlar Farhadi için oldukça atipik ve bence yenilikçi bile sayılır. İran ile ilgili ince politik eleştirilerini asla saklamayan Farhadi, sürekli sansürlenen tiyatro oyunu ile belirli bir baskı altında olan sineması arasında bağlantı kurmaya çalışıyor. Edebiyat öğretmeni olan Emad (Shahab Hosseini) ve karısı Rana, yapılan bir inşaat kazısı ile birlikte evlerinin aniden yıkılma tehlikesi ile karşı karşıya kalması sonucu arkadaşlarının evine taşınmaya karar verirler. (Açılış sahnesinin efsane olduğunu düşünüyorum.) Yeni taşındıkları evde onları kötü bir sürpriz beklemektedir, çünkü bir önceki kiracı hakkında hiç de iyi şeyler duymamaktadırlar. Çocuğu ile birlikte yaşayan bu "kötü" kadın, aynı zamanda para karşılığı erkeklerle birlikte olmaktadır.

Hikaye bu noktada bize çok az ipucu vermekle birlikte, hızla korkunç olaya doğru geçiş yapar. Rana, tam olarak asla ifade edilmemekle birlikte, tecavüze uğramıştır. Hem de kendi evinde. Ahlaki ikilemi tartışmak gerçekten zor, çünkü İran gibi bir ülkede tecavüze uğramanın nasıl bir şey olduğu konusunda oldukça fazla malzeme veriyor film. İnsanları bunu söylemenin ne kadar utanılacak bir şey olduğundan, kadınların takside yanına oturan erkeğin bacaklarını biraz açmasını bile cinsel bir taciz gibi algılamasına kadar karışık ve korku dolu bir toplum var karşımızda. Emad, karısının başına gelenlere üzülmekle birlikte, onun verdiği garip travmatik tepkilere tahammül etmekte zorlanmaktadır. İçini yavaşça intikam hırsı bürür ve bambaşka bir hikayeye, intikam hikayesine geçiş yapmaya başlarız. İşte bu, Farhadi'den beklemediğim kısımdır.


Farhadi'nin bir intikam öyküsü çekmeye çalışması takdire şayan olsa da, sonuç hayal edebileceğiniz kadar kusursuz değil. "Tecavüzcü"yü bulduğumuzda artık hikayenin çözülmesi gereken kısmına, yani ahlaki ikilem kısmına geçiyoruz. Burada filmin başında yıkılmakta olan eve geri dönüyoruz. (Şehrin her yerini inşaatlarla mahvettikleri ile ilgili yorumlara da dikkat çekiyorum, yıkılan evin tabiki aile kurumunu temsil ettiğinin de altını çiziyorum.) Rana, travmayı yaşayan olarak, tecavüzcüsü ile karşı karşıya geldiğinde beklenmedik derecede iyileşme yaşıyor ki bu bence çok başarılı. Diğer yandan Emad, bir türlü hırsını alamıyor. Bu da filmin aşırı uzatılmış sonunun biraz zayıf kalmasına yol açıyor. Tecavüzcü, binbir türlü aşağılanma ve hakarete dayanamamakla birlikte, sonunda bir kalp krizi geçirdiğinde tam olarak nasıl bir mesaj almamız gerektiğini bilemiyoruz. Elbette, intikam çözüm değil falan, ama karakterlerimiz en başından beri polise asla gitmiyor zaten. Çünkü komşuların da dediği gibi "Polis ne zaman suçluyu buldu ki? En fazla rezil olduğunuzla kalırsınız." Adaleti devlette değil, kendi ellerinde arayan karakterlerle dolu sinema tarihinin, elbette bu klişenin bir de Farhadi'nin elinden çıktığını yazması gerekiyordu. İkilemde bırakmak diyorsanız, eve bunu da iyi başardı.

Sonuç olarak, karşımızda hafif zorlanmış bir finale rağmen, üst katmanda güzel bir intikam hikayesi, alt katmanlarda ise evlilik, devlet ve adalet ile ilgili pek çok metaforun gömülü olduğu bir film duruyor. Farhadi'nin aldığı senaryo ödülleri elbette geçmiş senaryolarına saygı duyuşu olarak duruyor. Shahab Hosseini ise tam anlamıyla kusursuz performansı ile ne kadar ödül varsa hepsini hak ediyor. (8/10)