30 Temmuz 2016 Cumartesi

Pony Island (2016) ile Atari Salonunda Exorcism

Steam yaz indirimi sırasında 5 tl'den ucuz oyunları gezerken denk geldim Pony Island'a. Adı yüzünden pek çok kişinin gözünden kaçtığına eminim, çünkü gerçekten de küçük kızlar için tasarlanmış bir Poni simülatoru olduğunu düşünebilirdim. Tabi ekran görüntülerine biraz bakınca "ah yine bu retro platform oyunlarından biri!" diye düşündüm. Böyle olmadığını anlamam alttaki yorumları okumam sayesinde oldu. Aslına bakacak olursanız, bu oyunun hakettiği ilgiyi göremeyecek olması tam da bu iki sebepten ötürü olacak.

Şeytan ayrıntıda gizli derler ama bu oyunda kabak gibi önünüzde duruyor.

Peki Pony Island nasıl bir oyun? Evet bir poni simülatoru, ve belki bir retro platform oyunu. Ama bu ikisinin toplamından 10 kat daha ilginç bir oyun. Pony Island ismi bile aslında oyunu ele geçirmiş olan şeytanın ta kendisinin kullandığı bir maske. Oyunda çoğu zaman bir poniyi kontrol ediyoruz, ama bu poni aslında oyunun yapan şeytanın (bildiğimiz şeytan) bizim ve pek çok insanın ruhunu ele geçirmek için kullandığı bir araç. Oyunun konusu da aslında bu. Ruhumuzu ele geçirmek isteyen ve basit bir programlama dili öğrenmiş şeytanın, atari salonunda ele geçirdiği bir arcade makinesinden ruhumuzu kaybetmeden kurtulmaya çalışıyoruz. Şeytanın yardımcıları iblisler de var elbette, hikaye boyunca karşımıza çıkan ve birbirinden değişik bulmacalar ile aklımızı karıştıran.

Bölüm sonu canavarı seviyorsanız, doğru yere geldiniz.

Pony Island pek çok açıdan yenilikçi bir oyun, çünkü eğlenceli olabilirken aynı zamanda deneyselliğin dozunu yüksek tutmayı başarabiliyor. Oyun için oyun yaparak dördündü duvarı yıkıyor ve size bunun bir oyun olduğunu sürekli hatırlatıyor. Sürekli oynayıp durmak zorunda kaldığınız oldukça sıkıcı ve tekrarlayıcı dandik platform bölümünü resmen ruhunuza işkence etmek için kullanıyor ve gerçekten de bu oyundan kaçmak istiyorsunuz. Üstelik sizin gibi oyunun içinde hapsolmuş ama sizin kurtulmanıza yardım etmeye çalışan bir arkadaşınız da var. Onun öğütleri ve yetenekleri ile sizin azminizi birleştirip oyunun 3 ana datasını tek tek silmeniz gerekiyor. Ama bu datalar iblisler tarafından korunuyor ve iblisler kolayca teslim olmuyorlar. (Oldukça komik karakterler olduğunu da söylemek lazım.)

Biraz daha içeriğe girecek olursak, oyunun aslında oyunlar hakkında olduğunu söylemem gerek. Şeytan sürekli oyunu değiştiriyor ve türlerini, renklerini hatta boyutunu bile değiştiriyor. Değişik oyun türleri arasında geçiş yaparken, aralara giren ve sahte programlama sayfaları ile geçmeniz gereken bulmacalar tam beyin gıdıklayan cinsten. Ama asla çok zor değiller.

Şeytan Inc. iş başında

Spoiler olacak o yüzden bu kısmı geçmek isteyebilirsiniz, ama oyunun en vurucu anını da belirtmeden geçemeyeceğim. Finale yakın son datayı koruyan iblis ile konuşurken, yapımcısının  yaratıcılığının doruğunda olduğu bir bulmaca var. Bu alışık olduğumuz bulmacalardan değil, ama oynayanı ürkütecek derecede garip. Son iblis bütün dikkatinizi ona vermenizi istiyor ve sizin dikkatinizi dağıtacak tonla şey yapmaya başlıyor. En garibi ise steam arkadaşlarınızdan birinin oyun sırasında size mesaj atmasını sağlaması... Oyunu gece yarısı evde oynarken, birden arkadaşımdan gelen mesaj ile birlikte oyunu kapadım. Sonra mesaj falan olmadığını görünce arkadaşıma whatsapp'tan mesaj attım. O ise steam'e bile girmediğini söyledi. Nasıl tuzağa düştüğümü anladığımda pis pis gülmekle, daha neler olabileceğine dair ürkmek arasında gidip geldim. Öyle ki oyunu kapattığımda hala bilgisayarımda bir şeyleri kurcalayıp kurcalamadığı konusunda şüphe yaşıyorum.

Pony Island ne yazık ki adı ve grafikleri nedeniyle hakettiği değeri göremeyecek ve yılın en zekice tasarlanmış, en zevkli oyunlarından biri olmasına rağmen güme gidecek. O yüzden bu oyunu övmek ve insanlara önermek boynumun borcu. Üç saat civarı sürede bitiyor olmasına rağmen, tekrar oynamanın ya da arkadaşlarınıza oynatırken onların şaşkınlığını izlemenin zevki paha biçilemez. Ufak ve bağımsız bir oyun olsa da Türkçe desteği olduğunu da hatırlatmak gerek.

25 Temmuz 2016 Pazartesi

Grim Fandango (1998) ve Araftakiler

Bugün biraz daha neşeli bir şeyler yazmaya niyetliyim. Son günlerde yaşam enerjimi emip bitiren politik gelişmelerden sonra, haftasonu kendimi eve kapatıp, bir süredir kenara attığım Grim Fandango'yu bitirmeye verdim. İyi ki de böyle yapmışım, çünkü ilaç gibi geldi.

Grim Fandango hakkında yazılmayan bir şey kaldı mı bilmiyorum. Herhalde içinde birkaç kitaba ve en az 2 filme yetecek kadar olay, altmetin ve karakter içeriyor. Ama yine de kişisel olarak neden benim için bu kadar özel bir yeri olduğunu anlatmak istiyorum.

Oyunun konusunu bilmeden başlayan herkes gibi ben de, kendimi öbür dünyada mı, yoksa yaşadığımız dünyada mı bulduğumu bilemedim. Azrail olması gereken kişi, kendisine seyahat satış temsilcisi diyordu. Sonradan anlaşıldı ki, ne o taraftayım ne bu tarafta. Tam olarak araftayım. Ki bu hikaye araftakiler için. Yaşayanların dünyasına sadece bir kere gidiyoruz (hem de ne gidiş), ve tam olarak öbür tarafı da asla görmüyoruz. Bütün hikaye bu aralıkta geçiyor. Buna rağmen yaşayanların zamanı ile koskoca 4 yıl geçiyor. Adeta bir üniversite bitiriyoruz.

Yazacaklarım spoiler içereceğinden oynamayı düşünen kimselerin okumamasını tavsiye ediyorum. Ama mükemmel bir hikaye ile haşır neşir olmak isteyen herkesin de oynamasını öneriyorum. Ne kadar zor bir oyun olursa olsun. ( En zor oyun, internette tam çözümü bulunmayan oyundur.) Grim Fandango sizi ölümün kucağına bırakıyor. Ölümü hep karanlık, bunaltıcı ve itici bir yer olarak görüyorsanız, bu oyun sizin öbür dünya ile ilgili düşüncelerinize bir ayar çekebilir. Karakterimizin Meksika asıllı olması ve hikayenin Aztek mitolojisinden izlerle dolu olması diğer bir ilginç yönü. Özellikle cennetin kapısına geldiğimizde, bir Aztek tapınağı olduğu gözümüze sokulmuyor, kapının koruyucu meleği bile tam bir Aztek tanrısı. Olaylar da tam Meksikalıların yıllık festivali olan "Day of the Dead"de başlıyor. Çoğu zaman kara komedi tadında ilerliyor olmasına rağmen, karanlık tonu komedi tonunun asla üstüne çıkmıyor, belki bu yüzden insan bu oyunun depresif dünyasında hala kendine eğlenecek bir şeyler bulabiliyor.

Bu kare, işte bu kare, hayatınızın yolculuklarından birinin başlangıcı.

İyi bir insan olduğunuzu düşünün, hayatınız boyunca iyilikler yaptınız, ve bir şekilde öldünüz. Artık cennete gitmeye hazırsınız. (Elbette böyle bir yerin varlığı sizin inancınızla bağlantılı, ama oyun bunu sorgulamıyor.) Karşınıza seyahat acentanız çıktı, adı Manny Calavera. Size 4 yıl sürecek uzun bir yolculuk yerine, 4 dakika sürecek bir ekspres tren öneriyor. Kim buna hayır diyebilir ki? Ama hayır, siz ne kadar iyi bir insan olsanız da, sevap-metreniz dibi gösteriyor. Bir şeyler son derece yanlış gidiyor? Yozlaşmışlık, açgözlülük ve hırs öbür dünyada da mı yakamızı bırakmıyor? Manny gerçekleri bulmaya çalışırken, aşık olduğu kadının peşinden ölüler dünyasını bir uçtan öbür uca gidiyor. (Gerçekten "Dünyanın Ucu"na bile gidiyor.) Bu iki ana karakterimizin arasındaki kimya mükemmel olsa da, kendinizi kafeslere hapsedilmiş melek küçük çocukların işçi olarak çalıştırılması ve kötü kalpli insanların onların cennete giriş biletlerini satın alarak cennete gitmesi gibi travmatik olaylarla da karşı karşıya bırakıyor. (Günümüzle ilgili bir metafor olmasın.) Etik değerleri baştan aşağı sorgularken, hikayenin yaratıcılıkta ne kadar üst düzeye çıkabileceğini görmek istiyorsanız, sizi Rubacava şehrinin ihtiras dolu hikayesine bırakmalıyım. Blade Runner'a taş çıkarak kadar karanlık ve müzikleri de bir o kadar güzel. Düşünün ki ölüleri bile öldürebiliyorsunuz, ama kurşunla ya da başka bir şeyle değil. Tam olarak hayatın kendisi ile, çiçek tohumları ateşleyen bir silah ile!

Birisi Blade Runner mı dedi? Burası El Marrow. (Nam-ı değer İlik)

Sahi ölümden sonra bile huzur yoksa, durum oldukça fena! Hikayenin finalinde gözlerim yaşarırken, neredeyse bütün yan karakterleri bile ne kadar önemsediğimi gördüm. Glottis ile Manny'nin dostlukları, en dramatik filmlerde bile bulunmayacak kadar etkileyici. Tom Schafer bu hikayeyi yazarken tam olarak ne düşünüyordu bilemiyorum, ama oyun dünyasının en iyi, en içten, en etkileyici senaryosunu yazmış olabilir mi? Oldukça muhtemel.

Daha ne diyebilirim bilmiyorum. Kalbimde hep özel bir yerin olacak Grim Fandango. Ta ki ölüp, El Marrow'un çiçek tarlalarını ziyaret edene dek.

Yıldızlı gökyüzü, bir femme fatale ve çiçek bahçesi

23 Temmuz 2016 Cumartesi

Zeka Hapı

Ülke kendince normale dönmeye çalışıyor. Evden çıkmamayı tercih ettiğim bu haftasonu, yakın arkadaşlarım Ağva'da bir ev kiralayıp topluca mangal partisi yapmaya gitti, diğer yandan almakta olduğum terapi eğitiminin süpervizyonu yapıldı Erenköy'de. Herkes hayatına devam ediyor ve olan biteni haberlerden takip etmek dışında bir şey yapmıyor. Bir ben travmatize oldum ve normal hayatıma dönmemek için inat ediyorum sanırım.

İnsanlar garip şeylerden korkuyor. Telefondaki whatsapp mesajlarını okuyan polisler, sosyal medya paylaşımları üzerinden insanları açığa alan mahkemeler, kapanan özel cemaat okullarının listeleri ile geçip gidiyor günler. Yıllar sonra bu günleri nasıl anacağım acaba? Özgürlüğümüzün son güzel günleri mi, yoksa olağanüstü derecede sıradışı günler mi? En nostaljik hislerle bile özleyeceğimi sanmıyorum, çünkü genelde bunaltı dolu hisler içeriyor.

Ben halbuki, depresif ruh halinden çıkmak için manik savunmalarımı çok iyi kullanan biriydim. Bundan daha beterlerini atlattım, ama her zaman bir sınırım vardı. O sınıra gelince tıkandım. O noktada direnç gösterdim iyi hissetmeye. Ama gülümsemiyor da değilim. Mesela facebook'ta rastladığım bir reklam gülmekle ağlamak arasında bir his yarattı bende.
İnsanlığın başarısı? Gerçekten mi?

Daha darbe olalı bir hafta olmuş. Tijen Karaş isimli bu hanımın okuduğu darbe metni sırasında yaşadığımız şok ve travma aklımızdan çıkmamış. "Zeka hapı kullanan iş adamları" isimli bir reklam tam da bu anı alıp önümüze, gerçekten kapitalist sistemin ürettiği en tiksinç insanlarla beraber sunuyor. Tijen Karakaş'ın alnından akmakta olan terler ve titreyen sesi hala kulaklarımda. Ne diye ben Ali Ağaoğlu ya da Acun gibi sistem sömürücüsü tipleri görmek zorundayım ki? Sanki Türk insanının bir özeti gibi karşımda. Saygı duydukları insanların tam olarak bunlar gibi kalplerinde güç arzusu dışında duygu barındırmayan insanlar olduklarını bilmek kendimi bu dünyaya daha uzak hissettiriyor.

Bu anlarda, insanlardan soğuduğum anlarda, Planet Earth ve Human Planet gibi başyapıtların yapımcısı BBC'nin muhteşem yeni belgesi "The Hunt"ı izliyorum. Gerçekten insanlardan kaçıp hayvanlar arasında yaşama arzusu doğuruyor bu av-avcı belgeseli. İçi dışı bir hayvanların ne kadar zeki ve saygı duyulası varlıklar olduğunu görüyorum. Yalnız bu "The Hunt" epey epey iyi, inanılmaz çekimleri ve kurgusuyla benzersiz bir şey. Belgeseli bitirdiğimde hakkında ayrı bir yazı yazmayı düşünüyorum.

Şimdilik sizi bu güzel kutup tilkisi ile baş başa bırakıyorum.

22 Temmuz 2016 Cuma

Olağan Üstü

Olağanüstü hal de ilan edildi. İnanılır gibi değil ama hayatım boyunca göreceğimi düşünmediğim pek çok şey üst üste gerçek oluyor. Bu süreçte herkes çok huzursuz, ben de kendimi oldukça huzursuz hissediyorum. Sadece çok nadiren, kısa süreli rahatlamalar yaşasam da, sonrasında yerini bir vicdan azabına bırakıyor. Korkularım var. Türkiye'de yaşıyorum ve çok bayılmasam da bir Türk'üm. Bu ülkeden başka bir yerde yaşamak zorunda kalmak da hiç istemiyorum. Ama ülkenin yavaşça daha sert ve korkunç bir yöne doğru yelken açıyor olması düşüncesi beni korkutuyor.

Darbe girişimi korkunçtu, muhtemelen en başından başarısız olacağı belliydi. Ama yine de korkunçtu. Başarılı olma ihtimali yüzde 1 bile olsa, sonrasında yaşanacak korkunç işkenceler, idamlar aklıma geldikçe korkuyorum. Şu anki durumun da daha az korkuttuğunu söyleyemeceğim. Bütün ülke travmatize oldu ve şimdi herkes bu duruma alışmaya çalışıyor. Meclisin 3 ay boyunca işlemeyeceği bir ülkede neler olabileceği beni korkutuyor.

Eşek arıları, bir bal arısının kovanına girdiğinde, üç dakika gibi kısa bir sürede binlercesini öldürebiliyor. Zavallı bal arıları ise yavrularını savunmak için kendilerinden 4 kat büyük arılarla ümitsizce bir savaşa giriyor. Sonuç ise kısa bir sürede kafası bedeninden ayrılmış yüzlerce binlerce arı, kovanın içine girmiş eşek arıları... Bütün balı tüketip, bal arılarının larvalarını kendi yavrularını beslemek için götürüyor. Bu iki türün ismi benzese de ve muhtemelen ortak bir atadan gelse de, çok farklı türlerdir.

Kendimi bu hikayenin içinde gibi hissediyorum. Bir şeyler üretmeye çalışıyorum, diyelim ki sağlık hizmeti... İnsanlara güleryüzlü olmaya, onlara yardım etmeye, doğru ilaçları yazmaya, doğru cümleleri kurmaya çalışıyorum. Bütün günümü, bütün enerjimi buna harcıyorum. Ama ülkenin başka bir yerinde, bambaşka insanlar, bambaşka sebeplerle geldikleri yerde tam olarak benim bu çabamı kullanarak politika yapıyorlar. Aslında bir gün tedavi ettiğim insanlar tarafından öldürüleceğim, baskı göreceğim ya da darp edileceğim ihtimalleri aklımdan geçiyor. Sanki bu ülke artık bir araya gelemeyecek kadar farklı kutuplara ayrıldı. Aynı dili konuşmuyoruz, aynı devleti görmüyoruz. Ben burada olmaktan rahatsızım, o ise gurur duyuyor. Ben sürekli kendimi zorluyorum, o ise her zaman kendini haklı görüyor. Ben bal arısı gibiyim, o ise eşek arısı. Kafamı kesmek ve benim her şeyimi almak istiyor.

 Bu düşünceler oldukça depresif, ve son günlerde hayata eskisinden daha farklı gözle bakmama neden oluyor. Gerçekten atlatması zor travmalar bunlar. Belki bir savaş değil, üzerime her gün bombalar yağmıyor, belki beterin beteri var. Ama ben buna hazır değildim sanırım. Küçük bir çocukken bile huzurlu ve mutlu bir geleceğin bizi beklediğini düşünüyordum. İnsanların ileri gideceğini, teknolojinin gelişeceğini, savaşların biteceğini falan filan. Halbuki bu bu ülkede olmuyor. Biz karıştırılması ve sömürülmesi gereken bir ülkeyiz. İnsanların cahil olması, kolaylıkla yönlendirilebilir olması gereken bir ülkeyiz. Hiçbir şeyin sorgulanmaması gereken bir ülkeyiz artık.

Ben bu ülkede psikanaliz sürecini yürütmeye çalışıyorum. Bunun da tek amacı kendini ve hayatı sorgulamak. Sorguladıkça daha çok rahatsız hissediyorum kendini. Daha uzak hissediyorum kendini burada yaşayanlara. Bambaşka bir ülkede doğmuş olmayı dilerdim, ama ne yazık ki bir daha dünyaya gelmeyeceğim.


18 Temmuz 2016 Pazartesi

Vespa

Evde beliren eşek arılarından bahsetmiştim. Dün gece evi ilaçlattıktan sonra geceyi bir arkadaşta geçirdim. Bugün iş çıkışı eve gelene kadar nasıl bir manzara ile karşılaşacağımı bilemiyordum. Eve geldiğimde derin bir havasızlık, kötü bir ilaç kokusu ve evin değişik yerlerinde gördüğüm ters dönmüş hamamböcekleri dışında çok da bir şey yok gibiydi. Tabi mutfağa girmeye korkuyordum.

Kapıyı araladığımda yerde bulduğum birkaç tane Vespa Orientelis (artık bir insektolog kadar bilgi sahibiyim haklarında.) dışında bir şey yoktu. Aspiratörün bacasını yerinden çıkarmıştı ilaçlamacı. Ve tam borunun dibinde kovan duruyordu. İçinde hareket eden birkaç küçük larva dışında hiçbir erişkin hayatta kalamamıştı. Boruyu kaldırınca bütün kovan ortaya çıktı. Bir kısmı ölmüş, bir kısmı hala yaşamaya çalışan yavru vespalar.

Vespina Orientalis yuvası - tam olarak evimden çıktı
Sonrasında ne olduğunu anlatmayacağım ama öncesinden bahsetmek istiyorum. Günlerdir beni mutlu eden tek şey işten çıkıp eve geliyor olmaktı. Belki biraz dinlenecektim. Belki bu korkunç günlerin etkisi biraz üstümden geçmiş olacaktı. Belki bu bloga başlarken ilham kaynağım olan Grim Fandango'ya devam edecektim. Ama hayır, bir çay alıp son bir sigara içerken telefonuma gelen "YILLIK İZİNLER İPTAL EDİLDİ" mesajları ile aklımı kaçırma noktasına geldim. Dikkat edin, eve gelip larvalarla mücadeleye girmeden önce. 2 gün sonra vize başvurum vardı, artık her şeyi halletmiştim. Ama hayır, bütün kamu personeli zincirlenmişti. Çünkü birileri yurtdışına kaçmaya çalışıyordu ve en mantıklısı ülkeyi kapatıp anahtarı yutmaktı.

 Sanırım hayal kırıklıklarının bir sınırı yok. Ki çok daha büyüklerini yaşadım. Artık hayattan mutluluk ve huzur değil de, daha az üzüntü ve acı bekliyorum. Beklentilerimi bu kadar düşürdüm.

17 Temmuz 2016 Pazar

Eşek Arılarının Yuvası

Haftasonumun ne kadar uğursuz olduğunu anlatmak için şunları söylemem yeterli sanırım: Cuma gecesi bir darbe girişimi oldu, tüm gece uyuyamadım, ertesi sabah telefonumun bozulduğunu ve kendi kendine kapandığını farkettim, bugün ise buzdolabının soğutmadığını gördüm, o da bozulmuş. Hepsinden daha garibi, mutfakta bir bardağın içinde fark ettiğim dev, kırmızı bir eşek arısıydı. Bardağı balkona koydum ve kendi kendine uzaklaşmasını bekledim. 1 saat sonra bir tanesi daha pencerenin önünde vızıldıyordu. (Bu satırları yazarken hala jet sesleri duyuyorum.) Sonrasında bunu öldürmek durumunda kaldık. Hemen ardından pencerenin kenarından bir tanesinin daha belirdiğini görünce dehşete düştüm. Bunu öldürmeye çalışırken aspiratörün borusundan girip çıkan arıları farkettim. Gördüğüm en kocaman eşek arısı cinsi mutfaktaki aspiratörün içine yuva yapmıştı. Açıkçası ne yapacağımı bilemedim, ama dehşetle nasıl kurtulacağımın yollarını aramaya başladım. Şimdilik pek fazla ilerleyemedim.

Dün nasıl geçti bilemiyorum, gerçekten günler hafif rüya tadından bir bulanıklık ile geçiyor. Gece ne yapacağımı kara kara düşünürken, üniversitede ateistlerin klasik filmi olduğu için küçümsediğim (ben de ateist olmama rağmen) "The Zeitgeist"'i belki de izlememin zamanı gelmiştir diye oturdum. Oldukça kötü bir belgeseldi görsel olarak, yani birinin size düz bir kağıttan okuduğunu düşünün. Öyle bir şeydi. Çok nadiren görsel belgelere başvuruyordu ve genelde ses kayıtları ve karanlık bir ekran üzerinden ilerliyordu. Daha iyi bir görsellikle çok daha etkileyici olacağını düşünmeden edemedim. İçerik ise kötü değildi, bilmediğim pek çok şeyi öğrendim. Öyle ki sorgulamadan kabul bile etmek istemiyorum, ama bu aralar dine karşı öfkemin yoğun olması filmin ilk bölümündeki din eleştirisini sahiplenmeye zorladı beni.

Din ile ilişkim hep mesafeliydi. Kendimi bildim bileli böyledir. Muhafazakar bir Anadolu şehrinde büyümüş olmama rağmen bir şekilde hiç Allah'a yakın hissedemedim kendimi. Bunu çok dert ettiğimi de hatırlamıyorum. Dindar arkadaşlarım ile ise herhangi bir problemim olmadı. Tanrının varolmadığı gerçeği bana ne kadar bariz görünürse görünsün, evreni yaratan bir gücün olduğuna, bu gücün bir kişiyi seçtiğine ve bir takım kurallar dizisi ile onlara cenneti vadettiğine inanmak isteyen insanlara karışmadım. Anlamaya çalıştım. Son yıllarda bu çabam oldukça azaldı ve son 6 aydır falan dindar insanlara karşı öfkeli olduğumu farketmeye başladım. Türkiye'deki kutuplaştırıcı süreç beni de içten içe etkiliyordu. Zeistgeist'ın son bölümü gelecekte herkesin kendisine çip takılması için nasıl istekli olacağı ve bütün dünyanın bir takım güçlü aileler tarafından direk olarak yönetileceğine dair komplo teorileri hakkındaydı. Bunları çok fazla umursamadım. Ama diğer kısımlar, özellikle dinlerin birbirini tekrarlayan mitolojik hikayeler olması ve insanları kullanmak için insan eli ile üretiliyor olması, toplumun korku ve dehşet ile nasıl güzel hizaya getirilebildiği, savaşların ve kargaşaların gerçekten gücü elinde tutmak isteyen insanlar tarafından ortaya çıkartılması gibi düşünceler zaten uzun süredir aklımı kurcalıyordu.

Darbe girişimi, bir oyun olsun ya da olmasın, tam olarak insanları hizaya getirme amacına ulaştı. Bu sanırım en azından 100 yıldır oynanan klasik bir yöntemin tekrarı. Türkiye'de çok sık oynanmamıştı, bizim halkımızın eğitim seviyesi de asla böyle şeyleri sorgulayabilecek düzeye ulaşmadı sanırım. İnsan düşünmeden edemiyor, insanlar belki de tarihte elli kere tekrarlanmış ve hani bariz bir şekilde tekrarlanmış oyunları okusalar, görseler, her şey ne kadar farklı olurdu. Zeitgeist kötü bir belgeseldi belki, ama herkesin izlemesini istedim. Burun kıvırdım yıllarca, ama artık direnmiyorum. Gericiliğin aslında nasıl bir şey olduğunu, darbeleri, savaşları birebir görmeyen bizim nesil, sanırım ancak olgunlaşıyor. Savaş uçaklarının gökyüzünde uçtuğu bir dünyanın, binlerce insanın tek bir insanın bekası için kurban edildiği bir dünyanın neye benzediğini görüyorlar.

Biraz rahatlamak için bugün kendimi bilgisayar oynamaya vereceğim sanırım. Bir haftasonu daha bitti, nasıl geçtiğini anlamadan. Ve pek daha kötü haftasonları bizi bekliyor belki de. Fransa tatili konusunda da kargaşa devam ediyor. Gitmekle ilgili bir isteğim olduğundan değil de, geri alamayacağım ciddi miktarda paraya üzülüyorum. Ama elden bir şey de gelmiyor.

16 Temmuz 2016 Cumartesi

Darbe

Blogun ilk yazısını yazdıktan sonra, nöbetime normal bir şekilde devam etmeye başlamıştım. Yapmam gereken işleri yapıp, kestirmek üzere koltuğa uzandığımda Nice'e yapılan kamyonlu bir terör saldırısı ile dehşete düştüm. Son 1 yılda olan bilmemkaçıncı terör saldırısı olması bir yana, 15 gün sonra yaz tatili için Nice'i de içeren bir Güney Fransa gezisi ayarlamıştım kendime. Ve gelen haber yolda parçalanan insanları içeren videolarla süsleniyordu. Ertesi gün (dün) uzun süredir olmadığım kadar depresif bir ruh hali ile uyandığımda, orada olabilecek olmamın ne kadar mümkün olduğunu düşünüyordum. Çünkü seyahat tarihim bir noktaya kadar esnekti ve eğer analistimin izin tarihleri ile denk getirseydim (kendisi şu anda tatilde) muhtemelen ben de tam orada, tam o şenlikleri izliyor olacaktım.

Neyse berbat geçen bir iş günü sonrası kendimi eve atıp, biraz kafa dinlemek üzere Hearthstone oynamaya başlamıştım ki, ufaktan gelmeye başlayan askeri darbe haberleri ile şok geçirmeye başladım. Bu bir kabus olmalı diye düşündüm önce, inanmak istemedim. Fotoğraflar ve açıklamalar düşmeye başladıkça çarpıntım hızla arttı. Sonra olay gittikçe zirveye tırmandı ve daha önce görmediğim kadar korkunç bir gece yaşadım. Olayın inanılmaz başarısız bir girişim olması bir yana, gece 3 küsürde uyuyana kadar tedirgin bir şekilde ne olup bittiğini, yavaşlatılmış internetten öğrenmeye çabaladım. Gece ise çok daha kötüydü. Ses bombası gibi patlayan F16'ların sesleriyle gece 4'te kendimi yatağın kenarına attım. Tek kelime ile dehşet hissettiriyordu bu durum. Sanki savaş başlamıştı ve İstanbul bombalanıyordu. Ne zaman uykuya dalsam, tekrar geliyordu ve tüm mahalleyi ayağa kaldıracak bir gürültü ile üstümüzden geçip gidiyordu. Amacı neydi hiç bilemedim, anlamaya da çalışmadım. Belki de benim paranoid algım artık her türlü gelişmeyi insanları korkutmak ve bıktırmak üzerine yapılıyor gibi algılıyor.

Sabah uyandığımda ise 90 ölü ve 1100 yaralıdan bahsediliyordu. Muhtemelen ölü sayısı çok daha fazlaydı. Boğazı kesilen askerler, köprüden sarkıtılanlar, cihad çağrıları falan filan... Hala kendimi çok çok kötü hissediyorum. Bu ülkeden kaçmak istiyorum ama bir yandan ne kadar zor olduğunun da farkındayım. Üstelik nereye kaçarsak kaçalım değişen ne olacak bilmiyorum. Nice'in meşhur cennetsi sahili bile 80 insanın kanı ile yıkandı. Avustralya, Japonya veya daha uzak neresi varsa oraya gitmeliyiz belki de. İnsanların kana susamadığı, birbirine saygı duyduğu ve anlamaya çalıştığı, her zaman kendinin haklı olduğunu düşünmediği bir ada varsa orada yaşamak isterdim. Çünkü bu yarımadada çok uzun bir ömrümüz yok gibi hissetmeye başladım.

Şimdi ne yaparsam yapayım pek rahatlayamıyorum. Oyun oynamayı denedim ama henüz çok erken sanırım. Haberlere bakmak daha büyük öfke ve depresyon yaratıyor. Her şeye alışıyoruz ama buna gerçekten alışabilecek miyiz? Yoldan geçen arabanın sesi bile F16 patlaması gibi geliyor. Travmatize edilmiş bir toplumuz artık, travmatize edilen bir dünyada yaşıyoruz. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak sanki, ve kötüler açık ve net bir şekilde kazandı.

15 Temmuz 2016 Cuma

Viva La Revolucion

Bugüne kadarki blog denemelerim çok uzun soluklu olmadı. Uzun soluklu olanlar ise yıllara yayılan yazıları ile benim için nostaljik anlamlar ifade ediyor şimdi. Ekşisözlük ise bir zamanlar en sık kullandığım sitelerden biri olmasına rağmen, şimdi çok nadiren elimin gittiği bir platform. Yazı yazmak eskisi kadar kolay olmuyor benim için. Daha yorucu ve emek isteyen bir iş gibi görünmeye başladı. Sanırım yaşımın ilerlemesinin en üzücü yanlarından biri bu. İşime başladıktan sonra zamanımın büyük bir çoğunluğunu kendimi mesleki anlamda geliştirecek işlere ayırmaya başladım. Okuduğum kitaplar bile daha çok psikiyatri ile alakalı olmaya başladı. Bu bloğun ilhamı çok değişik bir yerden geliyor olsa da sanırım amacı üzerimdeki bu yükü kaldırmak. Zamanımın ve enerjimin gittikçe azaldığını hissettiğim bu günlerde, bir şeyler anlatmak için çaba harcamadığım ve sadece beni heyecanlandıran şeylerle ilgili bir şeyler yazmak bu durgunluğu yenmenin tek yolu gibi görünüyor.


İlhamıma gelecek olursak, aslında bunun Steam’in yaz indirimi ile başladığını söylemek gerek. Bu sayede adını bile duymadığım bazı oyunlarla birlikte, hep oynamak istediğim ama bir şekilde oynayamadığım oyunların bir kısmını oldukça hesaplı bir şekilde elde etme fırsatı buldum. Bu oyunlar arasında bir tanesi, bundan neredeyse on yıl önce oynamaya çalıştığım ama bir türlü bilgisayarımla uyumlu hale getiremediğim "Grim Fandango". Ben artık çoktan ümidi kestiğim ve diğer oyunlarını çok sevdiğim Lucasarts'ın en iyi olarak kabul gördüğü için kendimi bahtsız kabul ettiğim bir anda, remastered versiyonu karşıma çıktı. Şimdi liseden beri adını Level dergisi sayesinde bol bol duyduğum "Viva la revolucion" repliğinin kaynağına kadar inmiş buluyorum. Bu oyunun güzelliği beni ister istemez, eski güzel günlerdeki düşüncelerimi ve duygularımı paylaşma isteğine götürmüş oldu.

İster istemez aklıma geldi, eskiden oyun oynamak için Ankara'daki bazaarlarda nasıl kopya cd avına çıktığım. Bir yandan cracklenmiş oyunların çalışması için dua ettiğim, çalışmayan oyunları geri götürüp değiştirirken yaşadığım sıkıntılar... Sonra çoğu terkedilmiş ve dağıtımcısı olmayan mükemmel adventure oyunlarını oynadığım günler geldi aklıma. Güzel günlerdi gerçekten, ben bilgisayarımın başında, başka hiçbir kaygım olmadan gençliğimin tadını çıkarıyordum. (Evet, çok yaşlı değilim, ama artık O kadar genç de değilim.) "Beneath a Steel Sky" oynadığım gün dün gibi aklımda, aradan neredeyse 8 yıl geçmiş olmasına rağmen. Ya da "Dreamfall"un bambaşka atmosferine ne demeliyim bilmiyorum.

Aradan geçen yıllar benim sanattan aldığım zevki de oldukça etkiledi. Sanat derken oyunları da bunlar arasına katmak zorundayım. Bir hikaye anlatan, bir deneyim yaşatan, kapsamlı bir esere sanat dememek mümkün değil. Mesela Bioshock ya da Monkey Island gibi oyunlar sanat eserinden başka ne olabilir ki? Müzik bundan 15 yıl önceki güzelliğinde değil, filmler ise inişler çıkışlar içerse de hala heyecan verici olmayı başarıyor. Ama oyunlar sanırım aradan geçen yıllara ve asla en yeni oyunları oynayacak teknolojiye sahip olmamama rağmen güzelliklerini koruyorlar. Bir yerlerde bağımsız sanatçılar, bambaşka oyunlar üretmeye devam ediyor.

Bu blogun bir farkı da, bu sefer gerçekten kimsenin okuyup okumayacağını umursamıyorum. İnsanlara bir şeyi süslü anlatmak gibi bir amacım yok. Sadece kendi düşüncelerim arasında kaybolup gitmek istiyorum. İşte eskiye göre daha iyi başarabildiğim şey bu. Psikanaliz sürecinde olan birinin, düşünceleri arasında kaybolup gitmesi neredeyse rutin bir eylem haline geliyor. O açıdan içim rahat diyebilirim.

Tabi diğer blogları baltalayan temel sebeplerden biri zaman konusundaki kısıtlılığımdı. Bunun üstesinden gelebilmek için başka bir yol izlemeye karar verdim. İlk başlardaki heyecanım beni pek çok yazı yazmaya iter genelde. Bu dolup taşarak boşalan bir küvet gibi geliyor gözümün önüne. Bu sefer iyice dolmasına izin vermem gerekiyor. Bu nedenle bu "günlüğü" özellikle boş zaman bulabileceğim nöbet akşamlarında yazmayı düşünüyorum. Tıpkı bu akşam gibi. 

Pencerenin açık olduğu ve içeri sineklerin doluştuğu bu temmuz akşamı, pek çok nöbet akşamından biri benim için. İleride uzman olup bu hastaneden gittiğimde bu geceleri özleyecek miyim merak ediyorum. Kesinlikle intern olduğum zamanların nöbetlerini özlemiyorum. Ama bu küçük ve çirkin odada aslında pek çok film izledim, pek çok oyun oynadım. Hatta itiraf ediyorum, bir öyküyü bile araya sıkıştırmıştım. O zaman nöbet tutuyorum diye üzülmek neden, bilemiyorum. Sanırım yayları kırılmış eski bir çekyatta uyumaktansa, evimde yatağımda uyumak benim için çok daha paha biçilmez.

Şimdilik bu başlangıcı bir kenara koyalım. Belki Grim Fandango ilerledikçe, yeni düşünceler belirir. Sonuçta ölülerin dünyasında geçen melankolik bir oyun, aslında pek çok korkutuyor beni. Zihnimin haritası da belki yıllar sonra dönüp okuyacağım bu blog olur. O zaman belki her şey daha anlamlı görünür gözüme.