10 Ekim 2016 Pazartesi

Filmekimi Günlükleri 1 - Toni Erdmann (2016)


Bir filme sahip olmadığı bir anlamı yüklemek haksızlık olur. Toni Erdmann, eğer öncesinde film festivallerini takip ediyorsanız, bir şekilde gözünüze çarpmış bir filmdir. Cannes'da film eleştirmenlerinin yıldız tablolarını takip edenler, neredeyse herkesten tam not almış bu filmi öyle ya da böyle merak etmiştir. Toni Erdmann'a 2016'yı sinematik açıdan kurturacak, ya da uzun yıllardır çekilmiş en iyi film gibi anlamlar yüklerseniz, sonunda sizi garip bir boşluk saracaktır. Çünkü bu film, olabileceği şeyi olmayı reddeden ve hiç beklenmedik yollardan giden bir film olduğu için bu derece başarılı oldu.

Filmin konusu aslında tam bir burjuva dramasının sinyallerini veriyor. "Emekli muzip müzik öğretmeni, Bükreş'e yerleşip petrol firmalarına danışmanlık yapan şirkette üst düzey yönetici olan başarılı kızı ile tekrar bir bağ kurmaya çabalar." Evet filmin konusu bu. Bu hali ile mükemmel bir aile filmi yapılabilir. Üstelik sinema tarihinde bu kadar basit bir fikir üzerine yeterince eğilinmemiş olunması bile ilginç düşününce. Ama film bundan çok daha fazlasını yapıyor. Babanın, kızının sosyetik uçarı yaşamına bulaştıkça ortaya çıkan durum komedisinden faydalanıyor elbette. Ama bu filmin ne kadar klişe gibi görünen bir konusu varsa, o kadar beklenmedik olaylara gebe kalıyor. Sanırım izleyiciyi 160 dakika boyunca pür dikkat izlemeye zorlayan da bu "şimdi ne olacak acaba?" hissi oluyor. Zira film 60 dakika gibi geldi ve bitmesini hiç istemedim.

Filmi "hafif" ve "burjuva zırvası" olarak suçlayan birkaç eleştirmene denk geldim. Açıkçası bu kimselerin film sever kimliklerini kaybedip tamamen bambaşka bir gözle film izlediklerini düşünüyorum. Bu filmi sevmemek elbette mümkün, ama filmi kendi bağlamı dışarısında değerlendirmek ve tepeden inen yorumlar getirmek sanki ego tatmini gibi geliyor bana. Toni Erdmann başarılı bir filmdir, ve bunun açıklayacak onlarca sebep bulabilirim. Sanırım burada biraz bunu yapacağım.


Daha önce 2 filmi ile sınırlı çevrede ilgi uyandırmış 39 yaşındaki bir kadın yönetmen olarak Maren Ade, aşırı stilize bir görsellikle ilgilenmiyor. Güzel kareler ya da manzaralar yaratmaya çabalamıyor. Çok sübliminal mesajlar ya da derin görsel anlamlar çıkarmaya çalışmıyor. Film zaten eski bir evin kapısı ve bir çöp kutusu gibi çirkin bir kare ile açılıyor. Filmin mükemmelliği zaten senaryosunun derinlikli ve sıradışı yapısından kaynaklanıyor. Ama filmin görsel olarak kötü olduğunu düşünmeyin, çünkü el kamerası estetiğine rağmen yer yer şaşırtıcı güzellikte karelere denk geleceksiniz. Üstelik sinema sadece görüntü estetiği üzerine bir sanat da değil elbette, yoksa fotoğraflara bakıyor olurduk. Sinemanın en önemli özellikliklerinden biri de kurgudur ve Ade, bu konuda güzel bir iş çıkarıyor. Ana karakterimiz Winfried (hayır Toni Erdmann iki ana karakterin de ismi değil.) yaşlı hayat arkadaşı köpeğini kaybettiğinde, sahne birden bir holdingin girişine sıçrıyor ve biz ne kadar zaman geçtiğini bilmez halde buluyoruz kendimizi. Benzer bir geçişi finalde de görüyoruz. Bununla birlikte filmde baba ve kızı merkeze alan ana karakter geçişleri oldukça ince ve güzel oluyor. Film babanın dünyası ile açılıyor ve bir noktada kızın dünyasına geçiyor, sonra tekrar babaya ve tekrar kıza. Başta karikatürize gibi gelen karakterler film boyunca 3 boyutlu bir hale geliyor ve baba-kızın oynadıkları bu sıradışı oyun o an için dünyanın en ilgi çekici ilişkilerinden birine dönüşüyor.

Ade'nin bir senarist olarak yeteneği burada çok yer kaplıyor çünkü etrafa yerleştirdiği ayrıntılar karakterlerini gerçekten nefes alan varlıklar haline getiriyor. Beylik laflardan uzak durarak ve durum komedisini bile doğal bir hale getirerek izleyicinin yüreğini kavrıyor. Bu noktada filmin kişisel olduğunu hissediyorsunuz. Filmden sonra okuduğum röportajında Winfried karakterini babasından esinlenerek yazdığını zaten söylüyor. Ade, sinemasını karakterler üzerine kurduğunu da ifade ediyor zaten. Bir senaryoya başlamadan önce karakterleri yazdığını ve sonra üzerine hikayeyi yarattığını söylüyor. Bu da karakterleri ve gelişimlerini çok güzel açıklıyor. Tabi masaj salonları, alışveriş merkezleri, saatlik otel maceraları, mendil satan Romanyalı çocuklar ya da kişisel gelişim uzmanı ile skype sohbetleri gibi ayrıntılar filmin zenginleşmesine katkıda bulunuyor. Başroldeki iki oyuncunun performansları ise kesinlikle ödül yağmurunu hakediyor. Sandra Hüller'in obsesif ve azimli iş kadını rolündeki performansı zeka fışkırıyor, karakterini katman katman açabilmeyi bu kadar başarabilen çok oyuncu görmedim. Avusturyalı Peter Simonischek ise enerjisi ve çok fena karikatürize olabilecek karakterini inanılmaz dokunaklı işlemesi ile akıllara kazınıyor. Bu filmde gerçek bir baba ve kızı izlediğimizi hissediyoruz. En son Darren Aranofsky'nin The Wrestler'ında bu derece iyi bir baba-kız hikayesi izlemiştim ki bu film onu 3le 5le çarpacak kadar şahane.


Spoiler içeren bu final paragrafında ise bir iki sahneden bahsetmem gerekiyor. (Bu paragrafı atlayarak devam edebilirsiniz izlemediyseniz.) Filmin komik sahnelerinin başarısını ifade etmek zor. Petifür ile gerçekleşen bir cinsel ilişki ya da babanın kızın konuşmaya can attığı iş adamı ile yaptığı absürd sohbet sahneleri tüm salonuna kahkahalara boğulmasına yol açtı. Ama filmin 2 sahnesi beni derinden etkiledi. Bunların ilki cheesy bir Whitney Houston şarkısı olan "Greatest Love of All"'unun (bir baba-kız ilişkisi için ne kadar doğru bir seçim) beraber icra edildiği karmaşık sahne. Cannes'da film ortasında alkış fırtınasına yol açan bu sahne, Sandra Hüller'in gittikçe şiddetlenen performansı ile izleyiciyi sözlerdeki şaşırtıcı derecede uyumlu durumu düşünmeye zorluyor. Şarkı onu yaralıyor ama bir yandan görevini hakkı ile yerine getirerek sahneyi sert bir şekilde terkediyor. Hemen sonrasında gelen "çıplak brunch" partisi ise sinema tarihine geçecek kadar güzel. Komedi anlamında karmaşık bir yapıya sahip. Özellikle babanın bulgar yerel kostümü ile ortamı bastığı sahnede, kıllı ve kocaman babanın karşısındaki bembeyaz ve ufacık kızın masum bir şekilde kaçışmasının yarattığı ödipal karmaşa insanı gülümsetiyor. Sonrasında ise babanın hayalkırıklığı ile partiyi yine kostümü ile terkettiği ve kızın peşinden giderek yeşil bir parkın ortasında ona sarıldığı sahne beni o kadar mutlu etti ki kelimelere dökmek zor.

Filmi izlememek büyük bir hata olur. 160 dakika süren başka bir Alman komedi-draması bulamayacaksınız. 10 yıl sonra Cannes'da yarışan ilk Alman filmine bir şans vermeniz gerektiğini düşünüyorum. Ve bu filme burjuva draması diyenlere gelsin: dünyadaki bütün filmler politik durumları, dramaları, yokluğu, işkenceyi ve çingeneleri anlatmak zorunda değil. Burjuvanın yabancılaşmasını da pekala anlatabilir ve bunu bu filmdeki gibi mükemmel bir şekilde yapabilir. Üstelik dikkat edenler Romanya üzerinden AB ve kapitalizm ile ilişkili şahane tespitleri de yakalayacaktır, ama bunu yapabilmek için hala sinemayı seviyor olmak gerek bence. (9/10)

(Filmekimi 2016 film önerilerim için buraya bakabilirsiniz.)

1 yorum: