Kayıp Kız, diğer filmlerinden oldukça farklı bir yerde duruyor, yukarıda yazdıklarımı göz önüne aldığımızda. Tam anlamı ile Dardenne filmi olduğu bir gerçek. Gerçekçi atmosferi yaratan ve destekleyen el kamerası kullanımı, hiçbir müziğin filme eşlik etmiyor olması, mekanların karanlık ve izbe olması, karakterlerin etik olarak rahatsız edici ikilemlere düşmesi gibi ayrıntılar tam beklediğim gibi. Ama bu filmin en kötü Dardenne filmi olduğu gerçeğini de kabul etmek zorundayım. Bu filmde daha önce yapmadıkları şeyleri denemişler ve yeni denemeler her zaman başarı ile sonuçlanmıyor ne yazık ki. Dardenne'lerin en iyi becerdiği şey, toplumsal hiyerarşinin alt tarafında ezilmekte olan insanların hikayelerini anlatmaktır. Bu hikayede de bunu bir cinayet hikayesi üzerinden yapmaya çalışıyorlar. Aslında bence orijinal bir fikre de sahip: bir cinayet hikayesinin doktor-hasta gizliliği kodu üzerinde çözülmesini sağlamak.
Jenny (Adele Haenel), muayenecilik yapan bir doktordur ve bir gün mesai sonrası çalan bir kapı ziline bakmayı reddeder. Sonrasında açmadığı bu çağrıyı yapan kadının aynı gece öldürüldüğünü öğrenir. Üstelik kamera kayıtlarına bakınca kadının buraya adeta sığınırcasına geldiğini görür. Film bu noktada büyük kariyer planları olan Jenny'nin kendini cezalandırır şekilde tüm hayatını hastalara ve öldürülen kızın ailesini bulmaya harcadığını görürüz. Bu cinayeti çözmek istemesinin sebebi, kesinlikle katili cezalandırmak ya da polise haber vermek değildir. Sadece kızın kimsesizler mezarlığına gömülmesini istemez. Özellikle bu "kimsesizler mezarlığı" fikri onu aşırı rahatsız etmektedir.
Ne ilginçtir ki, film boyunca Jenny'nin ailesi, hayatı, karakteri hakkında çok az şey öğreniriz. Genelde çalan cep telefonu ile yaptığı görüşmeler sonucu bir şeyler çıkarmaya çalışıyoruz. Ne yazık ki Haenel'in yer yer odunsu bir hal alabilen oyunculuğu da bu yolculuğa hiçbir katkıda bulunmuyor. Belki bir doktor karakter olmasından kaynaklı, aşırı sevecen ve idealist tavrı bir noktada sinir bozmaya bile başlıyor. Yine de kanserli bir çocuğun bestelediği şarkıyı dinlerken ya da diyabetik ayağı olan obez hastası ile kahve içerken bir an için onun yaşayan bir canlı olduğunu hissettiğimiz oluyor. Bu anlar filmi biraz daha çekici kılarken, filmin zorlama polisiye öyküsü gelişmeye başladıkça başarısız replikler ve olay örgüsü dikkat çekmeye başlıyor. Öldürülen kızı bulmaya yaklaştıkça, neredeyse etrafındaki herkes değişik sebeplerle ona engel olmaya çalışıyor. Burada politik bir mesaj yok değil.
Filmde Afrika kökenli bir fahişenin ölümünün neredeyse "toplum" ve "aile" tarafından ortak bir şekilde gerçekleştirildiği mesajını veriyor. Jenny, sonuca yaklaştıkça sürekli daha da alakasız insanların işin içine girdiğini ve onu engellemeye çalıştığını görüyoruz. Bir yerden sonra kayıp ve kimsesiz göçmen bir kızın kimsenin de umrunda olmadığına ikna oluyoruz, Tabi ki vicdan azabı çeken idealist doktorumuz dışında... Filmin özellikle sonra doğru herkesin eteğindeki taşları döktüğü sahnelerde gerçekten dibe doğru ilerlediğini düşünüyorum. İlk yarıyı bir şekilde götüren başarılı yönetmenliğin ve hikayenin, sonrasında oldukça gereksiz ayrıntılarla amaçsızca savrulduğunu görmek üzücüydü. Hele de finalde ölen kızın ablasının yaptığı konuşma, ne kadar ilginç olabilecekse, o kadar da itici ve yapay olmuş.
Dardenne'ler elbette kötü bir film çekmişler diyemem. Hala standartların üstünde bir yönetmenlik mevcut. Sadece kendi standartlarının altında kalmışlar diyebilirim. Farklı bir şey denemek istemişler ama bunu tam da başaramamışlar. Bu film ile gelen eleştirilerden yola çıkarak tekrar ilginç eserlerle döneceklerine eminim, zira onların kredisi bir adet ortalama film ile bitecek türden değil. (6/10)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder