11 Ekim 2016 Salı

Bir Siyah Kadının Kendini Arayışı: Solange - A Seat at the Table


Knowles ailesinin en ünlü 2. üyesi, aslında oldukça uzun bir kariyere sahip. Solange hip-hop ve rnb ile yola çıktığı zamanlar 20'li yaşlarının başındaydı. 2012 yılında "Losing You" ile tekrar ortaya çıktığında ise kısa bir süre de olsa, ablasından daha "cool" olduğuna dair bir yargı pörtlemişti kafamda. Dev Hynes (nam-ı diğer Blood Orange) tarafından prodükte edilmiş olmasının da etkisi ile, yılın en güzel şarkılarından biri ile karşımıza çıkmıştı. Solange "cool"du evet, ama ablasının azminden oldukça uzaktaydı. Hatta ondan "Beyonce'nin küçük kardeşi işte" diye bahsediyorduk kendi aramızda.

Ablasının Lemonade gibi, yılın en iyi albümlerinden biri ile müzik piyasasını sarstığı bir yılda yeni bir albüm çıkarmış olması ise manidar. Beyonce albümünü farklı türde şarkılarla zenginleştirmiş, seven sevmeyen herkesi şaşırtmıştı. Solange ise en az onun kadar şaşırtıcı bir albümle çıkageldi. A Seat at the Table, birbirinden değişik şarkılara sahip ve genç bir müzisyenin eserinden ziyade olgunluk dönemi eseri gibi geliyor kulağa. Dinlemesi zor olmayan bir albüm olmasına rağmen, ablasının albümü gibi kişisel ve politik anlamda farklı katmanlarda ilerliyor.

Albümün en güzel şarkısı olduğunu düşündüğüm "Cranes In The Sky" mesela, bambaşka bir yılda yılın en güzel şarkısı bile olabilirdi. 8 yıl önce yazdığı bir şarkıyı tekrar elden geçirdiğini ifade eden Solange, şarkının içine pek çok duyguyu sığdırmış. "İçerek unutmaya çalıştım, havaya karıştırmak istedim, dans ederek unutmaya çalıştım, saçlarımı değiştirerek unutmaya çalıştım, kaçarak uzaklaşmak istedim, uyumaya çalıştım, seks yaparak atmaya çalıştım..." diyerek sayıyor da sayıyor. Bir siyah kadının itiraflarını dinlediğimizi hissettiren mısraları, samimiyeti ve direkt oluşları ile insanı yapayalnız hissettiriyor. Muhteşem videosunda Solange'ı değişik dev mekanlarda yapayalnız veya siyah kadın arkadaşları ile birlikte görüyoruz. Albümün teması da bu aslında. Lemonade'e benzeyen yanı da bu zaten. Siyah olmak ve siyah kadın olmak üzerine bir albüm bu. En tatlı şarkıda bile bunun ipuçlarını görüyoruz.

Albümün çıkış şarkısı "Don't Touch My Hair" bunu biraz daha derinleştiriyor. FKA Twigs şarkısı gibi kulağa gelen düzenlemeleri ile "saçlarıma dokunma, ruhuma dokunma, tacıma dokunma, gururuma dokunma." diyor. Saçların Beyonce'nin albümündeki "Becky With The Good Hair" repliğinde olduğu gibi bu albümde de özel bir yeri olduğunu görüyoruz. Burada bir siyah olarak değil, bir kadın olarak kendi sınırlarını çiziyor Solange. Kendisine ait olan kimliğe başkalarının -erkeklerin- dokunmasından rahatsız olduğunu açık açık ifade ediyor. Albümün kapağında ise zaten rengarenk tokalarla süslediği saçı ile bize bakıyor. (İlginçtir ki, bu seneki Blood Orange'ın Freetown Sound albümü de benzer bir feminist mesajı ön plana çıkarıyordu.)

Şarkıların arasında ise ufak geçişleri bulunuyor. Bu pek çok interlude genelde bir sonraki şarkıyı hazırlayan ve albümün aslında tematik bir albüm olduğunun altını çizen kısımlar. Gerçekten albümün bir ruhu var ve 2016'ya ait değil. Oldukça zamansız, ama bir zaman deseniz 70'ler diyebileceğimiz bir sounda sahip. "Borderline (An Ode To Self Care)", siyah gençlerin hala ırkçı saldırılarla öldürüldüğü Amerika'ya bir öğüt gibi. 


Sonrasında gelen "Junie" de Andre 3000 ile beraber düet yaptığı oldukça funk bir şarkı. Piyanoları ile dans bile edebileceğiniz şarkı gerçekten insanın diline yapışan bir melodiye sahip. (Andre 3000 bu yıl 4-5 albüme konuk oldu bu arada.) Albümün sonuna doğru kişisel favorim olan "Don't Wish Me Well" mükemmel gitar melodisi ile şahane bir atmosfer kuruyor. Tarif etmesi zor bir deneyim, ama kesinlikle albümün bu noktasında beklediğiniz şarkı değil. Solange, türden türe gezinmese de, bu kocaman albümün her boşluğuna zengin bir melodi veya ritim sıkıştırmayı başarıyor. Her şeyi geride bırakıp, bambaşka bir hayata açılmanın hayalini kurduğu bu şarkı, isminden de anlaşıldığı gibi "iyi dileklerini istemiyorum." diyor.

Bu sene güçlü kadın albümlerine tanık oluyoruz, ama Solange herhalde böyle bir albümle çıkıp gelmesini en az beklediğim kişiydi. Ablasının gölgesinde kalmadığını, hatta belki de onu birkaç adımla geçtiğini hissettiriyor. Sonunda kendini bulmuş ve oldukça zeka kokan bir sürü şarkı ile karşımıza çıkmış. Böyle bakınca benim yaşımdaki bir kadının büyüme öyküsünü görüyorum aslında. Bir pop yıldızı olmayan çalışan bir kadından, sonunda ülkesinin ve insanlarının dertlerini anlatabilen, bunu da oldukça derin bir şekilde yapabilen bir figüre dönüşüyor. 2016 müzik adına ne kadar güzel bir yıl anlatamam ama bir şey dikkatimi çekiyorsa, bu da siyah müziğinin ne derece yükselişte olduğu. Amerika'nın temel problemlerinden biri siyahlara yönelik ırkçılık ise, Amerikan müziğini politikleştirdikçe daha duygu dolu ve samimi hale getiren ise siyahların ta kendisi oluyor.

Kesinlikle bir pop albümü beklemeyin, Solange'ı ablası ile kıyaslamayın. Lemonade mükemmel pop albümü olabilir ama Beyonce'un kendini bulma hikayesi kardeşinden çok daha uzun sürdü. Solange, ablasından daha "cool" gibi olmuştu yıllar önce bir an için, ama bu albümden sonra bu gerçekten benim açıma netleşti. 

Cranes In The Sky'ın nefes kesici videosunu sizinle paylaşarak yazıma bir son veriyorum:


2 yorum:

  1. bu yazının ardından solange dinledim. ilk kez. bence güzeldi. başka bir şey diyemiyorum ama solange'ın afro saçlarına gönlüm gitti. klip de pek cool.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. solange muhtemelen bundan sonra daha çok adını duyacağımız bir isim, çünkü 30 yaşında yaptığı bu albüm aslında türe yeni bir soluk getirecek türden. izlemediysen yukarıdaki "losing you" klibini öneririm, afro saçların allahı orada :)

      Sil