31 Ağustos 2016 Çarşamba

Güney Kore'nin Son Acayipliği: Goksung - The Wailing (2016)


Güney Kore sinemasının son 15 yılda nasıl bir yükseliş gösterdiğini farketmeyen kalmamıştır diye düşünüyorum. Chan Wook Park ya da Joon Ho Bong gibi artık "usta" kabul edilen yönetmenlerin eşliğinde sadece ülkesinde büyük bir tüketim piyasası olması bir yana, tüm dünyaya kendi adı ile pazarlanan bir sektör artık kore sineması. Öyle ki bir zamanların Hong Kong sinemasında olduğu gibi yönetmenleri tek tek Hollywood'a transfer olmayı ihmal etmiyor. (Ve tabiki oraya gidince bozuluyorlar.)

Hong-jin Na, daha önce iki meşhur filmden tanıdığımız bir isim: The Chaser ve Yellow Sea. İkisi de eleştirmenler tarafından da, izleyiciler tarafından da övgü ile karşılanmış filmlerdi. Henüz çok az film çekmiş olmasına rağmen Kore sinemasının geleceği adına umut veren bir yönetmen olduğu düşünülüyordu. Tarzını kısmen, kendisi yine Hollywood'a transfer olup oldukça bozmuş olan, I Saw Devil ve A Bittersweet Life'ın yönetmeni Jee-woon Kim'e benzetiyordum. (Ki en iyi filmi bence A Tale of Two Sisters'tır ama o epey farklı bir film.) Ama şimdi bahsedeceğim bu film, diğer her şeyden biraz uzakta duruyor. Ufak bir kore kasabasında geçmesi ile Memories of Murder hissi verse de, gerçekten pek de alakası yok.

Görüntü yönetimine şapka çıkarıyorum.
Filmin konusundan biraz bahsedecek olursak (biraz diyorum çünkü fazlası pek çok şeyi bozabilir), yemyeşil ve cennet gibi kore kırsalında yaşamakta olan köy halkı, normalde alışık olunmayan bir takım cinayetlere tanık olmaya başlar. Kasabada kırk yıldır tanıdıkları kişilerden bazıları çıldırıp ailelerini katletmeye başlar. Başta kasaba çevresinde bulunan bir zehirli mantarın yol açtığı bir intoksikasyon durumu olarak değerlendirilse de, film ilerledikçe bunun bu kadar basit bir delirme olayı olmadığı ortaya çıkmaya başlar. Kasabaya bir süre önce Japon bir keşiş gelmiştir ve bu toplu histeri krizi onun gelişinden sonra başlamıştır. Bununla birlikte ana karakterimiz bir polis memuru olan Jong-goo olayı araştırırken beyaz kıyafetler içinde konuşan garip bir kadına rastlar, kadın görgü tanığı gibidir ama hemen kaybolup gider. Kısa süre sonra da Jong-goo kendi küçük kızının tavırlarının değişmeye başladığını farkeder. Bütün bunları düzeltmesi için köye bir Şaman bile çağılır.

Hikaye görüldüğü gibi oldukça karmaşık. Daha da karmaşık yapan kısım, hikayedeki kritik karakter sayısının çok fazla olması sanırım. Teknik anlamda filmin diğer yakın dönem kore filmleri gibi oldukça kusursuz olduğu ortada. Açılıştaki yağmurlu cinayet mahalli sekansı gerçekten tüyler ürpertici. Film ilerledikçe türler arasında gezinmeye başlıyor ve bir noktada gerçekten korku filmi havası vermeye başlıyor. Karanlığın arttığı, mum ve ay ışığının ağır bastığı kısımlar da çok iyi çekilmiş. Oyunculuklara ise şapka çıkarıyorum, "possessed" küçük kızın oyunculuğu neredeyse oscarlık kıvamda. Özellikle bizim de "cinli" filmlerden alışık olduğumuz o "exorcism" sahneleri, alışık olduğumuzdan çok daha etkileyici oluyor oyunculuklar sayesinde. Zaten hikayenin Türk kültürünü andıran bir yanı da yok değil: bir kız garip davranmaya başlar, bir teyze cin olduğunu düşünür, hoca çağırılır ve cin kovulur. Bu Uzakdoğu kültüründe hayaletler ve iblisler üzerinden yaşanıyor olmakla birlikte, ritüelleri oldukça absürd ve filmin komik tonuna da yardım ediyorlar. Çünkü inanması zor ama, bu film bir yandan oldukça komik bir film. Özellikle ilk üçte birlik bölümü gülümseyerek izleyeceksiniz. Filmi biraz daha öteye götüren kısım ise bu "basit" sayılabilecek ayin sahneleri ile yetinmeyip, neredeyse her adımda biraz daha uç bir noktaya götürüyor olması. Senaryonun karmaşası sonsuz ve hala internette tam bir çözümlemeye rastlayamadım. Ama sanırım filmi bu kadar başarılı yapan şey de, neredeyse her şeyi belirsizlik içerisinde götürmesi ve sonunda da bu belirsizliği aydınlatacak ufak bir kibrit yakıyor olması. Diğer türlü bakan kimseler ise filmin mantık ve süreklilik hataları ile dolu bir senaryosu olduğunu düşünebilir. Ama unutulmamalı ki, bu alegorik bir film bir yandan.

Bu sahne 15 dakika sürüyor ve gerçekten tanımlaması zor.

Şimdi spoiler ile biraz daha içerikten bahsetmek istiyorum. (Spoiler istemeyen güvenle bir sonraki paragrafa atlayabilir.) Filmin üzerinde kafa yorduğu bir takım kavramlar olduğunu düşünüyorum. Bunlardan biri "yabancı korkusu", bir tanesi de "inanç". Filmde Japon keşişin varlığı en başından beri bir belirsizlik olarak sunuluyor. Filmin daha başlarında onun suçlu olduğuna dair çok net kanıtlar elde etmemize rağmen, bir şeyler sürekli aslında onun gerçek kötü olmadığını haykırıyor bize. Filmin twistleri bitmek bilmiyor çünkü sadece Japon adamın haksızlığa uğradığına dair düşüncem 5 kere değişmiş olabilir. Filmin 3 kritik karakteri var: japon keşiş, beyazlı kadın ve şaman. Şaman bunlar arasında en belirsiz olanı. Muhtemelen iyi niyetlerle kasabaya gelmiş ama sonrasında iblis tarafından ele geçirilmiş zihni ile davranıyordu sonunda. Japon adam ise, tam olarak bir iblis değildi başlarda. Filmin büyük bir kısmı boyunca korkmuş ve şaşkın davranıyordu. Japon adamın kısmi bir ele geçirilme yaşadığını ama sonunda kamyonetle çarpmaları sonucu ölerek tam olarak şeytan tarafından ele geçirildiğini düşünüyorum. Beyazlı kadın ise, aksi kanıtlar sunsa da, aslında gerçekten iyi şeyler yapmaya çalışıyordu. Ama diğer insanların "inançları" olmadıkça bunu yapabilecek güçte değildi. Bir ruh veya başka bir şaman olabilir, bunu asla bilemeyeceğiz sanırım. "İlk taşı günahsız olan atsın." cümlesini akla gelen taş atma sahnesi ile filme girdiğini ve sonunda bir kenarda oturup başarısızlığına ağladığını da unutmamak gerek. İnanç ise burada önemli, çünkü film Budistik ayinler üzerinde ilerliyor olmasına rağmen, iki adet Hıristiyan din adamı da görüyoruz. Biri Junior bir rahip, sadece japonca tercüme yapabildiği için hikayeye giriyor, ama filmin sonunda onun şüpheleri ile aydınlatıyoruz olayı. Diğeri ise kilisenin başrahibi. Rahip kesinlikle elini sürmüyor, olayı hiç kabul etmiyor, hatta ana karakterimize mantıklı olanı, kızını hastaneye götürmesini ve doktorlara güvenmesini söylüyor. Uzakdoğunun "dini karmaşası" aslında kasabadaki insanların da kafasını karıştırmış görünüyor. Çünkü gelenekçi taraf ile modern taraf birbiri ile çatışıyor. Açıkçası ikisinin de belirgin bir faydası olmuyor, çünkü her şey sadece daha kötüye gidiyor. Düşünülmesi gereken ayrıntı, gerçekten beyazlı kadının dediği ile ilgili. Eğer kişi inancını koruyabilirse ve bütün kanıtlar aksini gösterse bile hala bunu sürdürebilse, gerçekten filmin sonu farklı mı olacaktı? Ben filmin bir anlamda bu dini metni öğütlediğini düşünüyorum, ama oldukça kanlı ve sert bir stil ile.

Kore sineması adına iyi bir adım olmuş diye düşünüyorum, çünkü çok iyi polisiyeler, aksiyonlar izlemiştik. Hatta şahane korku filmleri bile yaptılar. Ama neredeyse her türü birbirine karıştıran ve ortaya gayet elle tutulur bir film çıkaran çok film yok. Bu film gariplik, esrarengizlik ve kafa karıştırma kategorilerinden tam not alıyor. (İlginç bir şekilde japon filmi The Cure'u anımsatıyor bu özelliği ile.) 2016 sinema adına fakir bir yıl, bu film ise bu kadar kurak bir yılda vaha gibi geliyor. İki buçuk saat olmasından çekinmeyin çünkü neredeyse hiç yavaşlayan ve izlemeyi zorlaştıran bir anı yok. 8/10

30 Ağustos 2016 Salı

Hearthstone Güncesi #1: Purify Priest

Yaklaşık bir seneden uzun zamandır sürekli oynadığım bir oyun Hearthstone. Benim zamanım boyunca defalarca kez metamorfoz geçirdi. Son aylarda Whispers of the Old Gods eklentisi ve One Night In Karazhan solo macerası ile oyunun yapısı oldukça değişti. Bu bölümde hearthstone maceralarımı paylaşmayı düşünüyorum.

Ben çok eski bir oyuncu sayılmam, ama oyunu tanıyacak kadar da zaman geçirdiğimi düşünüyorum. Hiçbir zaman çok iyi bir oyuncu da olmadım, bugüne kadar görebildiğim en yüksek rank 10 civarıydı. Tabi bu yetersizlik Blizzard'ın hayal ettiğinin aksine asla oyuna fazlası ile para harcamamış olmamdan ve sürekli biriktirdiğim dustlar ile legendary yapmaya çalışmış olmamdan kaynaklanıyor. Para ile pack almışlığım yoktur yani. Ama adventure'ların son winglerine para vermiştim. (Çünkü bu kartları almanın başka bir yolu yok ve ilk wingleri altın ile açtıktan sonra çok da masraflı olmuyorlar.) Nitekim baştan söyleyeyim, ben brawl'u bile olmayan bir oyuncuyum. (Napalım, hiç çıkmadı.)

5. elden yerde bir adet 8/10 bir adet 2/3'lük kart ile başa çıkmak kolay değil.
Karazhan kartları ik duyurulduğunda bende büyük bir hayalkırıklığı oluşmuştu, pek çok kişi de benzer şeyler hissetti muhtemelen. Ama şimdi son wing hariç bütün kartlar açıldı ve kartlar açıklandığı zaman herkesin yerden yere vurduğu "Purify" aslında zannettiğimiz kadar kötü bir kart da değilmiş. Eğer doğru deck içinde doğru zamanda gelirse, fazlası ile avantajlı bile olabiliyor. Karazhan'ın diğer gelen kartlarının da gözüktükleri kadar kötü olduğunu düşünmüyorum. Barnes bence çok güzel bir legendary, Curator ise ile göründüğü kadar saçma bir kart da değil. Kindly Grandmother ise çok iyi bir Hunter kartı. Moat Lurker ve Sylvanas Windrunner'ın birlikteliğinden  bahsetmiyorum bile! Ama şimdi konumuz bunlar değil.

Herkesin nefret ettiği, hatta Arena'dan kaldırıldığı Blizzard tarafından ilan edilen Purify, zamanında nefret edenleri biraz yumuşatacak, hoş bir oynanış sunuyor. Ben bu deckin benzerini Avrupa'nın en poüler Heartstone streamerı Thijs'in videolarından birinde görmüştüm. Deck mükemmel değil, diğer Priest deckleri gibi çoğu zaman yerden çekeceğin anahtar kartların varlığına çok fazla bel bağlıyor. Bu da elbette bir anlam ya hep ya hiç yasasına göre oynayacaksınız demek. Ama bu ihtimali biraz ortadan kaldırmak için kartları dengeli dağıtmalı ve bol bol AOE (ortama etki büyüsü diyelim.) almanız gerek. Benim şimdilik oldukça iyi işleyen deckime bir göz atalım.

Aslında burada olması gereken ama bende olmayan çok kart var. Öncelikle temel mantığı anlatayım. Sizin de tahmin ettiğiniz gibi elimizde 4 tane silence özelliği olan kart var: Silence ve Purify. Bunları ekonomik ve doğru şekillerde kullanmalıyız. Bunları kullanmamız gereken temel yerler Ancient Watcher ve Eerie Statue. Bu iki kart normal vuruş değerlerinden çok daha ucuza atılabiliyorlar çünkü ciddi dezavantajları bulunmakta. Eğer doğru şekilde kullanırsanız, oyunun başında gelen bir Ancient Watcher ile 3. manaya 4/5lik bir minion ile giriyor olursunuz. Ya da 4. elde 7/7'lik Eerie Statue'yu karşılamak oldukça zor olacaktır. Tabi bu iki silence kartını kullanmanın daha da mükemmel yolu Barnes olacak çünkü bilmiyorsanız, Barnes deckinizde bir minion'ın 1/1lik kopyasını yapıyor. Ama eğer yaptığı kopyayı, oluştuğu el susturursanız, ortaya o minion'ın orijinali çıkmış oluyor. Bunu vuruş gücü yüksek herhangi bir minion'ı ortaya çıkarmak için kullanabilirsiniz. Bu deck'teki minionların hepsi de oldukça yüksek vuruş gücüne sahip. 2 adet Excavated Evil ve Holy Nova ile ortalıkta pek fazla minion bulunmayacak zaten. Hatta Shadow Madness ile rakibin minionlarını birbirine kırdıracak zaman bulabilir ya da onun deathrattle etkilerini kendi avantajınıza kullanabilirsiniz. (Bir Rogue'un Undercity Huckster'ını alıp ondan kart çekmek istemez misiniz?)

Oyunda işler planladığınız gibi gitmezse, Priest of the Feast size bol bol healing sağlaycak, Sylvanas ve Moat Lucker kombosu ile karşınızdakinin 2 minionını kendi tarafınıza çekebilecek, Alextrazsa ile karşıya büyük darbe vurabilecek ve Y'Shaarj, Rage Unbound ile yeri her daim dolu tutabileceksiniz. Wild Pyromancer ise yine ortalığı temizlemek için elinizin altında bulunacak, Power Word: Shield için çok ideal bir kart.

Bu aralar popüler olan bir başka Priest deck, Resurrect mekanizması üzerine kurulu. Onu henüz inceleme fırsatım olmadı ama Onyx Bishop üzerinden gidiyor. Oldukça iyi bir deck olduğunu gözlemledim. Hatta bu purify destesini rahatlıkla yenebildiğini biliyorum. Yine de bu deck'in yeniliklere, değişik kombinasyonlara açık olması ve değişik kombolarla rakibinizi şaşırtması sayesinde en keyif aldığım Priest deckim oldu. Ki normalde ben Priest oynamayı hiç sevmem. Hep hile hurda hırsızlık gibi gelirdi. Sonunda biraz keyif alır oldum. Ayrıca Karazhan'ın Priest'e kötü kartlar çıkardığı eleştirilerine de katılmıyorum.

Biliyorum, meta'daki en iyi deck değil ama düşüncelerinizi paylaşırsanız beklerim. Belki bu decki gelişterecek yeni kart önerileri gelebilir.

Siz Hiç "Clive Barker's Undying" Oynadınız Mı?


Rockpapershotgun takip ettiğim az oyun sitesinden biri. Haftada bir "Have you ever played..?" diye bir bölüm yayınlıyorlar. Bu bölümü de keyifle takip ediyorum. Eski amiga oyunlarından daha 2-3 sene öncenin underrated oyunlarına kadar değişik oyunları hatırlatmayı amaçlıyorlar. Ben bu fikri çok sevdiğim için devşirmekte bir sakınca görmedim. Bu köşe benim için nostaljik önemi olan, sevdiğim oyunları tekrar anacağım bir bölüm olacak. Rockpapershotgun'ın serisi için burayı tıklayabilirsiniz.

Level dergisini okumakta olan bir lise talebesi iken, en büyük fantezilerimden biri haftasonu eve geldiğimde (yatılı okuyordum çünkü) babamın işyerindeki bilgisayarında (benimki çoğu oyunu kaldırmıyordu çünkü) oyun oynamaktı. Pek çok oyunu da orada tek başıma, korkaraktan bitirdim.

Undying ne piyasaya çıktığı sene yeterince ilgi gördü, ne de sonradan bir klasik olarak tekrar anıldı. Ama yine de eleştirmenler tarafından fazlası ile beğenildi. Şu an hala metacriticte %85'lik bir not ortalaması ile 2001 yılının en iyi 21. PC oyunu olarak yerini koruyor.

Clive Barker zaten Hellraiser serisinden de bildiğimiz, yaşayan en meşhur korku ustalarından biri. Kendisi bir yazar olmakla birlikte sinemaya ve oyun sektörüne de el atmış bulunmakta. Kendisinin işlerine çok aşina değilim, ama Undying o dönemde oynadığım hiçbir oyuna benzemiyordu. Ve sonrasında da oynadığım hiçbir oyun korkutmak konusunda Undying'in yanına yaklaşamadı. Oyunun her bölümü yaratıcılık ve zeka kokuyordu. Çoğu bölümü yalnız oynayamadığım için, benden bir yaş büyük dayımı çağırıyordum. İkimiz de hala bu oyunu oynadığımız günleri dehşet ile yad ederiz.

Undying korkunç ve dev bir malikanede başlıyordu. Patrick Galloway, bir 1. dünya savaşı gazisi, yıllardır haber alamadığı arkadaşından gelen bir yardım çağrısı ile onun evine gidiyordu. Arkadaşı Jeremiah Covenant ailesine musallat olan korkunç bir lanetin, bir tanrının lanetinin çözülmesi için çağırmıştı bizi. Malum biz de bu tür konularda kısmi bir eksperliğe sahiptik. Beş kardeşten oluşan ailesinin bir lanet ile dağıldığını, her birinin farklı şekillerde kafayı yediğini ve bambaşka yerlere gittğini öğreniyorduk. Hasta yatağında yatan Jeremiah'a yardım etmek için malikanede başladığımız yolculuğumuz, garip budist tapınaklardaki vampir soyuna, korsanların kara büyü ile haşır neşir olmasına, kardeşinden nefret eden cadı ablanın işkencelerine kadar uzanıyordu. İrlanda'nın kırsalında geçirdiğimiz uzun, karanlık ve korkutucu yolculuklar sırasında uğursuz ulumalar duyuyorduk. Hikaye ilerledikçe biz de güçleniyorduk, ama düşmanlarımız da daha korkunç ve çetin bir hale geliyordu. Hikayenin aşırı derece Lovecraft-vari bir yanı olduğunu kabul etmem gerek.

Karlar altında manastır gezintisi
Teknik açıdan Undying büyük bir başarıydı. Gördüğüm en güzel kar efektleri bu oyundaydı. Grafikleri de mükemmeldi, EA Games'in elinden çıkma olduğu belliydi ve Unreal motoru ile yapılmıştı. Oynanışta bir FPS olmakla birlikte, RPG elementleri içeriyordu. Oyunun ilginç özelliği bir elimizde değişik ve otantik silahlarımızı tutmakla birlikte, diğer elimizle değişik büyüler yapabiliyorduk. En uç noktalarda bu ikisini birbirine karıştırarak çılgın silahlar elde edebiliyorduk. Silahlar ise bir kafa kesen oraktan, buz topu püskürten kaplan kafasına kadar oldukça değişikti. Büyüler de çoğu zaman biz kullandıkça level atlıyordu ama patlayan kafataslarına kadar çok başarılı ve güçlü büyülere ulaşabiliyorduk. Çoğu zaman ilerlemek için bulmacaları çözmeliydik. Boss dövüşleri ise efsaneydi. Her kardeşle, ve onlara musallat olan bazı ana figürlerle, karşılaşmalar tam anlamıyla unutulmayacak deneyimler. Arada 15 yıl geçmiş ama ben Lizbeth'i hala unutmam. Neredeyse kafayı yemiş, borderline bir vampiriçe, kanımızı emmek için üzerimize çullanıyordu. Korkudan mouse'u fırlattığım jump-scare sahneler de yok değildi. Ama gerçekten bu kadar yoğun bir atmosferi kaç oyunda gördüm bilmiyorum.

Undying'i geçen yıllar içinde defalarca kez oynadım. En son 3 yıl önce bir kere daha bitirdim. Bir kere daha oynarken gerçekten nasıl bir başyapıt olduğunu düşündüm. Ne yazık ki satışlarının yetersiz olması sebebiyle rafa kaldırılmış bir proje olmasına rağmen, prodüksiyon olarak kusursuz derecede iyiydi. Yıllardır pek çok korku oyunu oynadım, ama hiçbirinin hikayesi Undying'in yanında geçemedi. (Kabul, Silent Hill 2 hariç.)

Siz hiç "Undying" oynadınız mı? Oynamadıysanız, hala çok geç değil. İnternette hala kolaylıkla bulunuyor.

Oyunun ana menüsünde bir süre beklediğinizde çalmaya başlayan müziği unutamayanları buraya alalım. 


29 Ağustos 2016 Pazartesi

Bon Iver'den Yeni Şarkı "33 GOD"


Bon Iver, 30 Eylül'de piyasaya çıkması beklenen albümü için heyecanlandırmaya devam ediyor. Daha önce 2 şarkının uzun versiyonunu yayınlamıştı. BURADA da bu şarkılar ile birlikte, tüm albümü canlı çaldığı konser kaydını dinleyip bir ön inceleme yazmıştım. O yazıda da "33 GOD"ın favorilerimden biri olacağını düşündüğümü söylemiştim. "22 Over Soon"ilk ortaya çıkan şarkı olarak oldukça beğenimi kazanmıştı. Önceki albümün hafif yumuşak tadını biraz elektronik ile birleştirmiş olması gayet iyiyken, sonrasında çıkan "10 Deathbreasts" oldukça kafa karıştırıcıydı. Bir şarkı olarak oldukça ilginç olmasına rağmen, bir Bon Iver albümünde nereye düşeceği konusunda pek emin olamamıştım. Korkum Bon Iver'ın sesinin vocoder ve aşırı düzenleme ile kaybolup gitmesiydi sanırım. Kanye West ile aşırı takılmasının sonucu mu bilemiyorum, malum Frank Ocean bile vocoder'ın dozunu arttırdı SON ALBÜMÜNDE. Ben hiçbir zaman bunun düşmanı olmadım ama Bon Iver biraz yalın, pastoral bir atmosfer yaratmasıyla kalbimi çalıyor.

Bu albümle ilgili bir durum da, albümün kapağından, kliplerdeki imgeleme kadar her şeyin bir takım dini -muhtemelen budistik- altmetinler içerdiği yönünde. "33 GOD" ise tam olarak bununla ilgili. Tatlı bir piyano melodisi ile başlayıp arkaya giren sample ile ve vocoder ile bozulmuş gerivokaller eşliğinde tuhaf bir tanrıyı bulma (veya ondan ayrılma) hikayesi anlatıyor gibi. Şarkının muazzam videosu şöyle ayrıntılar içeriyor: Öncelikle İncil'den bir alıntı gibi başlıyor, arkada ise garip bir yıldırım fırtınası görüyoruz. Görsel olarak oldukça değişik olan video, gerçekte olmayan yıldırım efektleriyle destekleniyor. Hristiyan değil Hindu tadı veren yanı ise, albümün kapağından bu single'ın amblemine kadar her şeyin bu yönde işaret ediyor olması. Ayrıca 33 tanrı, 33 Hindu tanrısına gönderme olarak bu şarkıyı isimlendiriyor. Ayrıca videoda bir halka içine asılmış pek çok figür görüyoruz. Bunları ilk bakışta kurban edilmiş insanlar olarak düşünmüş olsam da sonradan hindu tanrılarını simgelediğini düşündüm. Ayrıca sürekli karşımıza çıkan garip bir gökkuşağı var. Sanki fırtınanın bitmesini arzulayan renkli bir taraf. Bu motifin de budist görsellerde sık sık kullanıldığını görüyorum. Albümün biraz komik bir yanı olduğunu da düşünüyorum. Iver, önceki albümdeki kadar ciddi değil artık. Özellikle elektronize çocuk korosu girince altyazı olarak beliren "bird shit"i başka nasıl açıklayabiliriz ki?

Finalde iyice bozulmuş ve korkutucu hale getirilmiş vocoder sesi ile konuşuyor Iver. Bir aşk şarkısı ile aslında dinsel bir metin yaratmaya çalışıyor. Ve finali de tanrının korkunç ve metalik sesi ile bitiriyor sanki. Gerçekten şarkının kaç tane anlamı olduğunu bilemiyorum, ama farklı okumalara açık görünüyor. Bon Iver budist mi oldu, yoksa bu geçen yıllarda bambaşka bir tanrı mı buldu bilmiyorum. Ama şarkısını ve muhtemelen albümünü bu felsefe ile gözden geçirdiğini düşünüyorum artık. Ayrıca belli ki aşırı bir numeroloji ve semboloji takıntısı da belirmiş durumda.

Daha 1 ay var, bakalım nasıl dayanacağım.

33 Tanrı

28 Ağustos 2016 Pazar

Yokedici Melek

Yeşil ve turuncu
Aylar sonra ilk defa çalışmayacağım günler geldi. Pratik olarak hastanede çalışmayacağım ama bir yandan bilimsel çalışmalarla uğraşmaya devam edeceğim tabi. Yine de İstanbul'dan çok uzakta, memleketteyim şimdi. Ama biliyorum ki, memleketin kendisi de başlı başına bir duygu deposu. Geldiğimden beri beklediğimden çok daha keyifsiz ve enerjisizim. Olur olmaz uyuyakalıyorum. Çok az konuşuyorum. Ailemin varlığı beni daha neşeli veya üzgün yapmıyor eskiden olduğu gibi.

Dedemin fotoğraflarına bakıyorum, neredeyse gittiğim her evde duvarlarda var. Çok güzel fotoğraflar. Gülümsüyor. Hemen ameliyatı öncesinde. Beyin tümörü, hem de en ölümcül olanından. Hastalığına tanı alıp ölmesi arasında 3 ay bile geçmedi. Her şey üzücüydü, baştan aşağı bir yıkımdı. Hayatımda birkaç travmatik anım olmuştur, birkaçı o aylar içerisinde yaşandı. Şimdi her yer o çaresizliği anımsatıyor bir anlamda. Amcam da omurilik kanseri, hala yaşıyor, beklenenin çok üstünde yaşadı. Çünkü daha 50 yaşında ve direndiği kadar direniyor. Ama artık konuşmuyor ve sadece bakıyor. Muhtemelen ondan geriye pek bir şey kalmadı ve bitkisel bir şekilde hayata devam ediyor.

Küçüklüğümde böyle şeyler yoktu. Bu yüzden belki de, gerçekten çocuktum. Bir gücün beni ve sevdiğim insanları ölümden koruduğuna dair bir inancım vardı. Bir koruyucu melek belki. Bu meleği herkes, öyle ya da böyle hissediyor, kendini güvende hissetmek için. Ama bazı anlar geliyor ki, bu meleğin sizi bırakıp gittiğini düşünüyorsunuz. Benim için son yıllarda bu meleğin asla varolmadığını öğrenmek şeklinde yaşandı bu durum. Çaresizlik, üzüntü, kayıp gibi hislerin geçidi yaşandı. Memleket bunların merkezi gibi, ama bir şekilde hep buraya dönüyorum. Burası bana hep küçük gelmişti, ama artık her yer bana büyük geliyor sanki.

Güya tatildeyim, ama kendimi hiç dinlenmiş hissetmiyorum. Sadece garip bir duygu bulutu.

24 Ağustos 2016 Çarşamba

Frank Ocean'dan Blonde: Tanımlaması Zor Bir Deneyim



Radiohead, A Moon Shaped Pool'u piyasaya sürmeden önce mükemmel bir taktik ile kendini önce yok etmeyi başarmıştı. Esrarengiz hareketler hayranları yeni albümün geldiği konusunda heyecanlandırmıştı. Ocean ise bunun ötesine gitti sanırım. Ocean sadece 2 albüme sahip bir müzisyen ve buna rağmen büyük bir hayran kitlesi mevcut. Kendisi pek çok açıdan devrimsel kabul edilebilecek şeyler yaptı. Pyramids gibi uzun ve metaforik bir şaheser yarattı mesela. Tek bir rnb klişesini bulamayacağınız işler yaptı. Hayranı olduğu müzisyenleri şarkılarında çok ufak rollerde bulundurdu. Thinking About You ile 2010lu yılların en iyi şarkılardan birine imza attı. Albümü boyunca türden türe gezindi, elektronik gitar sololarından, hiphop parçalarına kadar dinlemekten keyif aldığı her şeyi bir şekilde yerleştirdi şarkılarına. Bu açıdan Channel Orange oldukça eklektik bir albümdü. Albümden hemen sonra ise eşcinsel olduğunu çok duygusal ve değişik bir mektup ile açıkladı ve Amerika'daki siyah müzik topluluğundaki homofobinin bunu ne kadar zorlaştırdığından dem vurdu. Göz yaşları döktü. Ortadan kayboldu. Kişiliği ile değil, müziği ile ön planda olmak istedi. Hayalet oldu, arada ufak projelerde göründü ve tekrar kayboldu. Biz ise ne yapıp ettiğini merak eder olduk. Sonuçta Ocean, ne yaptığını bilen birkaç genç müzisyen dehadan biriydi.

Ocean'ın albümü 1 yıl önce çıkmalıydı, en azından herkes böyle biliyordu. Adı "Boys Don't Cry" olmalıydı, ama olmadı. Saçlarını yeşil-sarıya boyattığı, üstünün çıplak olduğu ve yüzünü kapadığı bir albüm kapağı ile "Blonde" adıyla piyasaya sürdü. Ama albümünü çıkarmadan 2 gün önce burada da incelediğim Endless isimli lo-fi video albümünü yayınladı. Boys Don't Cry adında bir dergi çıkardı ve sınırlı sayıda dağıttı. İçini pek çok müzisyenin eserleriyle ve kendi şiirleriyle doldurdu. (Şimdiden internette absürd fiyatlara satılır oldu.) Sonra Nikes klibini koydu sitesine. Klip neredeyse şarkıdan güzeldi. Adım adım heyecan katsayısını arttırdı. Albüm yayınlanacak denilen her tarihte yayınlanmadı ve sonra pat diye itunes'ta belirdi.

Albüme paramı verirken hiç gocunmadım. Ocean, parama ihtiyaç duyduğundan değil ama ben emeğine değer verdiğim için. Bir yandan pişman olmayacağıma dair bir inanca da sahiptim. Albümü ise neredeyse 5-6 kere dinledim. İlk 2-3 dinlemede herhangi bir şey oluşmadı kafamda. Sadece garip nota kırıntıları, değişik anlar ve duygular vardı. Sonra gün içinde bir şeyler mırıldanmaya başladığımı fark ettim. Hangi şarkı olduğunu bilmiyordum, ama albüm çok yakalayıcı olmamasına rağmen dilime dolanmaya başlamıştı. Sonra tekrar oturdum ve tek tek dinledim. Dikkatimi verdim, zihnimi Ocean'ın tanımlanamayan garip albümüne bıraktım. Ve bir şeyler netleşmeye başladı.

Öncelikle söylenmesi gereken şey ile başlayayım: Ocean çok olgunlaşmış. Bir Pyramids ya da Thinking About You bekleyenleri üzecek olan şey de bu sanırım. Ocean olgunlaşmış ve minimalizm yavaşça onu ele geçirmiş. Ufak anlara, notalara ve ritimlere dalıp gitmiş. Albümün en hareketli şarkılarından Nikes mesela, dinledikçe büyüyen bir eser. Klibi gibi, Ocean'ın zihninden fırlayıp çıkan karelerden ibaret. Albümün en kompleks şarkılardan biri olmasına rağmen kendine Channel Orange'da kesinlikle yer bulamazdı. Hemen ardından gelen Ivy albümün en güzel pop şarkılarından biri. Johnny Greenwood'un albüme katkıda bulunduğunu biliyorduk, ama bu güzel gitar tınılarını arka plana koyan o ise şaşırmayacağım. Geçmişi düşünen ve hatalarını gözden geçiren bu şarkı albümün en güzel şarkılardan biri kesinlikle. Ama bu da Nikes gibi ilk dinleyişte çarpan türden değil, yavaşça büyüyen türden.


Pink + White muhtemelen en dinleyici dostu rnb şarkısı. Öyle ki şarkının back vokallerinde Beyonce'un adı geçiyor ama fark etmek pek kolay değil. Ocean gerçekten albümüne katkıda bulunan kimseleri göze sokmayı sevmiyor. Şarkının yapımcıları ise Tyler, the Creator ve Pharell Williams. Şarkı ise yine geçmişle ilgili anıların gözden geçirilmesi gibi geliyor. Özellikle kokain kullandığı döneme göndermeler içeriyor. Hemen sonrasında ise Be Yourself isimli interlude geliyor, bunlardan albümün belirli yerlerinde var. Ocean ilginç bir şey yapıp, annesinin telesekretere bıraktığı mesajı alıp hafif bir synth eşliğinde albüme koyuyor. Hemen sonrasında albümün muhtemel single'larından biri olan bir yalnızlık masalı Solo başlıyor. İnanılmaz yavaş bir ritm eşliğinde ilerleyen şarkı, Ocean tekrar kulak dostu olmak için çaba göstermediğinin özeti gibi. Arkada çalan bir kilise orgu mu bilemiyorum, ama gerçekten Ocean bu şarkıda asıl müzik aletinin kendi vokali olmasını istemiş gibi görünüyor.

Kendrick Lamar'la icra ettikleri Skyline To benim favorilerimden biri oldu. Kuş sesleri dışında bir melodi yok şarkının başında. Yine Ocean'ın karmakarışık sözleri karşılıyor bizi, binbir türlü şeyler alakalı fikirlerini gözden geçiriyor. Albümün bir "hayatını gözden geçirme" albümü olduğuna iyice ikna olmaya başlıyorsunuz. Sonra ilginç bir şey oluyor, albümün ortasında melodi yükseliyor ve neredeyse müzikal testereyi andıran bir solo giriyor ortada. Albümün daha başında şimdiden ne diyeceğimi bilemiyorum.

Self Control albümün hitlerinden biri sayılabilir. Autotune ile bozulmuş bir vokal melodisi ile başlıyor. Sonra da tatlı bir akustik gitar melodisi eşliğinde söylemeye başlıyor Ocean. Yine gösteriş yok, karmaşık düzenlemeler yok. Sıcacık bir şarkı bu. "I'll be the boyfriend in your wet dreams tonight" diyor. Şarkının arzu duyduğu kimseyle seks yapmak üzerine olduğu ortada. Ama belirgin bir reddedilme de var. Şarkının sonuna doğru kontrolünü kaybettiğini haykırıyor, biraz üzüntü ile, biraz kendini kaybederek.

Albümün belki en güzel iki şarkısından biri ortalarında karşımıza çıkıyor. Nights garip bir şekilde insanın diline yapışıyor. Harika bir elektro gitar melodisine sahip bu şarkı da ilk yarısında daha hızlı bir hiphop şarkısı gibi ilerlerken, sonradan yumuşayarak farklı bir şarkıya dönüşüyor. Bu şarkı belki de Pyramids'in tahtına göz dikebilir bambaşka bir deneyim olarak. Aynı şarkının iki farklı chapterı olduğu pek görülmüş bir şey değil. Ama söz konusu Ocean olunca, bu "geceler" şarkısı, aynı gecenin iki farklı versiyonu gibi olabiliyor. Adeta ayın karanlık ve aydınlık yüzleri gibi bu şarkı. Tam olarak Frank Ocean hissinin özeti bu şarkı olabilir.

Sonrasında gelem Solo (reprise)'dan da bahsetmemek olmaz çünkü albüm çıktığında herkes Outkast'ten Andro 3000'ın neredeyse epileptik düzeyde mükemmel söylediği bu bir dakikalık beyin yakan şarkıdan bahsediyordu. Bu kadar mükemmel rap yapıldığına çok nadiren şahit olmuşumdur.

Albümün en deneysel şarkısı, en tatlı isimlerinden birine sahip: Pretty Sweet. Burada Ocean gerçekten darmadağın bir, lo-fi, atmosferik bir ton yakalamış. Sonlara doğru gelen davul ritmi ile oldukça acayip bir şeye dönüşüyor. Herhalde tarif etmesi en zor şarkı bu çünkü sonuna doğru bir çocuk korosu bile işin içine giriyor. Bayılmadım desem yalan olur. Facebook Story ise prodüktör Sebastian'ın ilişkisinin bitişini anlattığı bir geçiş şarkısı, sonrasında Close To You isimli minimalistik elektronika ile bir bütün oluşturuyor. 


Arabalara merakını bildiğimiz Ocean, albümün sonuna yaklaşırken en duygusal şarkılarından biri ile karşımıza çıkıyor: White Ferrari. Albümün şu ana kadar pek çok doruk noktası olmasına rağmen bu noktada albümün bitmesini isteme buluyorsunuz kendinizi. Halbuki 14. şarkıya geldik ama Ocean'ın hala kenarda sakladığı birkaç numarası bulunuyor. 

Albümün en güzel iki şarkısından biri ise Radiohead tadında bir gitar melodisi ile açılan Siegfried. Nordik mitolojisinden bir alıntıyla başlıyor ve cesur bir savaşçıyı metafor olarak kullanarak kendi biseksüelliği üzerine mırıldanıyor Ocean. Gerçekten tüyleri diken diken eden bir şarkı bu. Kendi ile hesaplaşmanın bu kadar derinlikli ve duygu dolu olanına çok sık denk gelmiyoruz. Hatta intihar sonucu kaybettiğimiz Elliott Smith'in A Fond Farewell'inden birkaç mısra ile alıntı yapmayı da ihmal etmiyor. Orkestra işin içine girdiğinde ise çoktan kontrolden çıkmış durumdayım. İşte bu noktada albümün gerçekten Ocean'ın daha önce yaptığı her şeyden daha olgun olduğunu düşünüyorum. Aklıma gelen tek kelime "şiirsel" oluyor.

Çocukluk anılarını yad ettiği Godspeed albümün bitişinden hemen önce bizi karşılıyor. Ocean'ın ifadesine göre Boys Don't Cry isminin ilhamı bu şarkıdan geliyor. Albümün kapanışını yapan Futura Free ise 2 parçadan oluşan 9 dakikalık mükemmel bir şarkı. Bana Kanye West'in efsane albümü My Beautiful Dark Twisted Fantasy'nin finalini yapan Lost In The World ve Who Survive In Amerika ikilisini anımsattı. Çok güzel bir gitar melodisini takip ediyor Ocean, ama bu sefer içinde ümit ve mutluluk kırıntıları var. Ayrıca albümün 2. yarısındaki synth melodisi bütün ara şarkıların arkasında çalan melodi olduğu için albümü tamamlıyor. Bu kısımda değişik sorular ve röportajlar dinliyoruz. Eski bir videokaseti izlemek gibi bir deneyim yaşatıyor Ocean bize.

Albüm biraz emek istiyor, Channel Orange kadar kolay dinlenebilen bir eser değil. İyiki de değil, açıkçası ilk dinleyişlerde ısınamamış olmama rağmen şu an Ocean'ın kendini tekrar etmemiş olmasından dolayı çok mutluyum. Çünkü gerçekten kendini her albümde biraz daha aşacağını düşünüyorum. Her seferinde tanımalaması zor albümler yapacak. Bir bukalemun gibi değişik şekillere kılıklara girecek ama asla Ocean olmayı bırakmayacak. Albüm eleştirmenler tarafından muhtemelen beğenilecek ama yılın albümü olmasa bile, üzerinden zaman geçtikçe değeri daha çok anlaşılacak, daha çok anılacak bir albüm olacağına eminim. Bu nedenle albüme şans vermek gerekiyor, küçük melodilere, ayrıntılara kulak kabartmak gerekiyor.

Ben bayıldım, bir sanatçı olarak Ocean'ı dinleyicisine değer verdiğine, ona yeni deneyimler yaşatmayı arzuladığına inanıyorum. Ki bu hayranlık uyandırıcı. Ocean gibi bir dehanın daha neler yapabileceği ile ilgili heyecan yaşıyorum. Umarım ömrüm bunları dinlemeye yeterecek kadar uzun olur.

"Nikes"ın trippy klibini izlemenizi şiddetle öneririm. 

22 Ağustos 2016 Pazartesi

Blood Orange - Freetown Sound



Blood Orange'ın as elemanı Dev Haynes aslında gizli bir figür. Son yıllarda pop müzik adına dikkatimi çeken pek çok şarkıda parmağı olduğunu ancak bu albümü keşfettikten sonra öğrenebildim. Kimler diye soracak olursanız, Solange, Sky Ferreira, FKA Twigs ve Carly Rae Jepsen gibi indie pop prenseslerini sayabilirim. Dev Haynes gerçekten de kadınlarla çalışmayı seviyor ve tercih ediyor gibi görünüyor.

Freetown Sound ise bunun için en temel kanıtım sanırım. Albümde 18 şarkı mevcut ve neredeyse hepsi bir kadın şarkıcının eşliğinde icra ediliyor. Çoğu zaman şarkı sözleri de bu kıvamda ilerliyor. Örneğin albümün doruk noktalarından biri olan "Desiree"de araya çok hoş bir "spoken word" giriyor. Siyah bir kadının, kocasına yıkama kurutma makinası aldırmak için onun dediği şeyleri yapmak zorunda olması ile ilgili bir diyalog bu. Albümün açılışını yapan "By Ourselves"de Ashley Haze oldukça efsanevi bir feminizm özeti geçiyor bize. Albümün en güzel anları da hep kadınların dokunuşlarının en yoğunlaştığı kısımlar.

18 şarkıdan oluşan herhangi bir albüme diyebileceğimiz gibi, bu albümde de diğerleri kadar iyi olmayan anlar var. Her şarkının tekrar dinlenme kapasitesi diğerleri gibi değil. Ama yılın en güzel şarkılarından birkaçı da bu şarkılar arasından geliyor. Dev Haynes mükemmel bir şarkı yazarı ve harika bir aranjör. Birbirinden farklı türler arasında atlarken gerçekten müziğe bir kendini ifade yöntemi olarak başvuruyor. Albümün ilk single'ı "Augustine" bu konuda tam anlamı ile bir başyapıt. Belki de yılın en güzel şarkısı. Augustine değişik konulardan bahseden bir şarkı. İçinde dini ve siyahi kültürel göndermeler, nostaljik anı kırıntıları ve kimlik bunalımı gibi pek çok konu barındırıyor. Haynes şarkılarını piyano ile süslemeyi iyi biliyor. Ama Augustine neredeyse dinleyiciyi kendi gençliğinin en umut dolu anlarından birine götürüyor. Babasının annesini alıp Amerika'ya gelme hikayesi ile başlıyor, Hristiyanlığı Afrika'ya yaymış St. Augustine'den alıntılar yapmaya başlıyor, Afrikalı kadın peygamber Nontetha'ya selam çakarak bitiriyor. Böylesine bir yeteneğe ve ayrıntıcılığa şapka çıkarılır.

Albümün en kıvrak şarkısı ise, bu yaz dinlediğim en eğlenceli işlerden biri. Empress Of ile beraber söylediği "Best to You" o kadar yakalayıcı bir şarkı ki, kelimelerle anlatmak zor. Basit bir ilişki şarkısı olmasına rağmen muhtemelen başka bir şarkıcının albümünde single olarak liste başını zorlayabilecek bir enerjiye sahip. Afrikalı vurmalı çalgıların cirit attığı, mükemmel vokal melodileri ve nakarat ile taçlanan bir şaheser.

Augustine'in videosu çatılardaki nostaljiyi yakalamayı başarıyor.

Benim kişisel favorim ise albümün ortasına doğru gizlenmiş ve uzun süredir pek ilgilenmediğim, ama belli ki Haynes'in yakın arkadaşı olan Nelly Furtado ile beraber söylediği "Hadron Collider". Elbette dünyanın en romantik ismine sahip şarkı değil, ama uzun yıllardır dinlediğim en iyi ballad olduğunu iddia edebilirim. Bu şarkıyı dinlerken, hele ortada giren Tori Amos tadındaki piyano solosuna kalbini kaptırmamış kişinin kalbi olduğundan şüphe ederim. Hadron çarpıştırıcısının etraftaki binlerce ışık parçası ile romatik bir görüntüye dönüştüğü bir şarkı yazmış Haynes. Gerçekten gözümün önünde dünyanın en romantik kareleri canlanıyor ister istemez. Şarkıyı neredeyse Furtado'nun akıp giden vokaline bırakıyor.

Albümün belki de en şaşırtıcı misafiri 80'lere adını kraliçe olarak yazdırmış Debbie Harry. "E.V.P." albümün en dikkat çekici şarkılarından biri. O kadar funk dolu ki, 80'lerin başından zaman makinası ile gelmiş gibi. Debbie Harry uyum sağlamakta hiç zorlanmamış bu kadar cheesy bir şarkıya. Ayrıca sona doğru çok hareketli ve çok yakalayıcı bir hazine daha olduğunu düşünüyorum, "Better Than Me" adında. Bu şarkıda da eşlik edenin Carly Rae Jepsen olduğunu duymak sizi şaşırtmayacaktır. Dev Haynes gerçekten kadınların albümünde misafir olmaktan çok keyif aldığı bir isim olmaya devam edecek gibi görünüyor.

Albümün adı ile bitirmek istiyorum. Freetown, Sierre Leone'nin başkenti ve en büyük şehri oluyor. Freetown, Haynes'in babasının doğduğu yer, bir anlamda memleketi. Haynes muhtemelen orada hiç yaşamadı ve hayatının büyük bir kısmı Amerika'da geçti. Ama tıpkı Augustine'de yerel afrika dili kullandığı gibi, kendi kökenlerine dair ilgisi ve saygı duruşunu ifade etmekte de geri durmuyor. Albümü ile ilgili de şöyle bir not paylaşıyor:
"Bu albüm herkes için. Yeterince siyah olmayanlara, çok siyah olanlara, fazla queer olanlara, yeterince queer olamayanlara..." Albüm boyunca hissedilen kimlik arayışının çok hoş bir ifadesi gibi.



21 Ağustos 2016 Pazar

Anı Kırıntılarının Peşinde: To The Moon


Çok nadiren bir eser içimi aniden ağlama hissi ile doldurur. Bunlardan biri olan To The Moon adını bir süredir duyduğum bir oyundu. 8-bit grafiklere ve müziklere olan sevgimin de etkisi ile steam yaz indiriminde oldukça uygun bir fiyata alıvermiştim. Oynayan insanların yorumları da genelde oldukça duygusal bir hikayeye sahip olduğu yönünde olunca, bugünlerde şansımı denemeye karar verdim.

Nereden başlamalı bilmiyorum. Bir oyun kendi içinde nasıl Eternal Sunshine Of The Spotless Mind, Inception, Memento ve Makoto Shinkai animelerini bu kadar iyi sentez edebilir? Bu saydığım göndermeleri tek tek açmak gerekir ama bu oyunun gerçekten spoiler'dan uzak olması gereken incelemesine gölge düşürecektir. Temel olarak şunu söylemek gerekir. Bu aslında bir bilimkurgu hikayesi, ama bilimkurgu felsefesi ile hiç alakası yok. Yukarıda saydığım isimler gibi, ya da Never Let Me Go filminden de anımsayabileceğiniz o "yakın gelecekte geçen ve bilimkurgu sosunu duygusal hikayesine bir fon olarak kullanan" türde bir eser. Açıkçası oyunu oynadıysanız zaten biliyorsunuz, bu pek de oyun sayılmaz. Oyun boyunca çok az etkileşime girebiliyorsunuz, çok az bulmaca çözüyorsunuz. Herhangi bir savaş ya da dövüş zaten yok. RPG demek ne kadar doğru o açıdan bilemiyorum bile. Ama oyun yine de çok güzel, çünkü hikayesi çok güzel. Bu hikayeyi bir roman olarak yayınlasaydı belki de çok daha fazla satabilirdi, kim bilir. Yazarı ise oyunun yapımcısı olan Kan Gao'nun ta kendisi. Gerçekten derinlikli karakterler ve diyaloglar yazabilmek konusunda çok ciddi bir yeteneği var. Sanırım hikayenin absürdlük seviyesine rağmen oyuncuyu inandırabiliyor ve sonunda hüngür hüngür ağlatacak derecede eline alabiliyorsa, burada büyük bir başarı var demektir. Özellikle Sigmund Corp'un (Freud'a selamlar) 2 psikiyatrist doktoru arasındaki ilişki gerçekten en güzel filmlerdekinden bile daha güzel. Dr. Watts'ın göndermeleri ve esprileri yanında, Dr. Rosalene'in onu idare etme biçimi ve işine olan bağlılığı bu iki karakter hakkında hiçbir şey bilmememize rağmen onları tanıyormuşcasına sevmemize yol açıyor.

Origami tavşana doyacağınız bir oyun arıyorsanız, hemen burada!
Buradan sonra bir paragraf boyunca SPOILERlı yorum yazmak niyetindeyim. Bu nedenle oyunu oynamadıysanız bir sonraki paragrafa atlayarak devam edebilirsiniz. Oyunun çok fazla seviyede başarılı olmasının bir nedeni de elindeki materyali çok iyi incelemesi. Mesela ana karakterimiz ile aslında sadece ölüm döşeğinde karşılaşıyoruz. Anıları arasında gezinirken ise karakterleri tanımaya çalışıyoruz ama bir gariplik var. River mesela, gerçekten güzelliği ile hepimizi etkiliyor ama garip davranışlarına anlam vermek için epey deşmemiz gerekiyor. Ben bir psikiyatrist olarak River'ın Asperger Sendromu olduğunu kısa sürede anladım. Ama oyun bitene kadar bunun adı hiç geçmiyor, sadece yaygın bir gelişimsel bozukluktan bahsediliyor. Bu sendromun semptomlarını o kadar gerçekçi bir şekilde hikayenin içine işlemiş ki şaşmamak elde değil. Johnny ise benzer bir şekilde hastalığı hakkında öğrenmek istemediğini söylüyor. Johnny'nin mutsuz bir evliliği sürdürdüğünü görebiliyoruz. Ama asıl problem beta blokerların neden olduğu bir hafıza bulanıklığı ortaya çıkınca daha da ilginçleşiyor. Aya gitmek isteyen Johnny neden bunu istediğini bilemiyordu. Bu tam anlamıyla bir semptom gibi çalışıyordu ve gerçekten bilinçdışında gizli kalan sebepleri bulmak zorunda kalıyorduk. Dr. Watson ve Rosalene için işlerini oldukça uzatan bu yol, aynı zamanda bir ikame çocuk sendromu ile karşı karşıya kaldığımızı da ortaya çıkarıyor. Hikayenin basit bir aşk hikayesinden bir travma terapisine dönmesi, bunun ise ölüm döşeğinde son saatlerini yaşayan bir insanın beyninde gerçekleşiyor olması gerçekten insanı duygulara boğuyor. Sonunda mutlu bir final yaptığımızı düşünüyoruz mesela, ama aslında olan sadece yaşanmış koca bir ömrün acılarını son saniyede ortadan kaldırma çabasından başka bir şey değil. Bu hali ile karmakarışık bir duygu yığını bırakıyor önümüze.

Bunun gibi birbirinden güzel anılar içinde kayboluyorsunuz.
Oyunun türkçe dil desteği de var, ve çevirisi de çok kötü değil sanırım. Ben ilk 10 dakikadan sonra kendi dilinde oynamanın diyaloglar konusunda daha eğlenceli bir deneyim sağlayacağını düşünüp değiştirdim. Ama bu kadar metin üzerine yoğunlaşan bir oyunu denemeniz için güzel bir sebep olabilir bence. Çok küçük bir ekiple yapıldığını ve soundtrack'i bile authoru diyebileceğimiz Kan Gao'nun yaptığını eklemem gerek. Soundtrack neredeyse mükemmel, bu türde oyunlarda işittiğim en iyisi bile olabilir. Adamın on parmağında on marifet var neredeyse. Makoto Shinkai'nin özellikle ilk 3 animesindeki müziklerin atmosfer ile denk düşmesi durumunu yaşıyorsunuz. Finale doğru çalan meşhur şarkıyı ise BURADAN dinleyebilirsiniz.

Ayrıca youtube'u biraz araştıracak olursanız pewdiepie dahil bütün youtube oyuncularının oyunu oynarken nasıl göz yaşlarına boğulduğunu gösteren videolara rastlayacaksınız. Bu oyunu oynayıp da bir şey hissedemeyen bir insanın, doktora gitmesi gerektiğini düşünüyorum. Ama o durumda da sizin için yapacak pek bir şey kalmamış olabilir.

Ayrıca:

Frank Ocean'ın Albüm Öncesi Albümü: Endless


Frank Ocean'ın benim için çok ayrı bir yeri var, hayatımın en zor yıllarından birinde karşıma çıkmış ve çok zor bir dönemimin fon müziğini oluşturmuştur. Aradan yıllar geçmesine rağmen "Thinking About You" ya da "Pyramids" gibi şarkılarını dinlediğimde içimi garip bir hüzün kaplar. Neredeyse deha seviyesinde yetenekli bir adam olduğunu düşünürüm.

Channel Orange'dan beri yıllar geçti elbette, ben de uzaktan takip etmeye devam ettim. Biraz içine kapandı Ocean. Birkaç müzisyen arkadaşı ile beraber bir şeyler yaptı, bir iki albüme konuk oldu falan. James Blake ile arkadaşlıklarını duyunca şaşırmıştım mesela. (Kanye West ve Bon Iver kankalığı gibi bir durum herhalde.) Neyse Ocean'ı takip eden herkes yıllardır "Boys Don't Cry" isminde bir albüm çıkarmaya çalıştığını biliyordur. Bu albüm tarihte çıkış tarihi en çok ötelenen albüm olarak da isimlendirilebilir. Artık en son doğum günüm olan 5 ağustosa kesin gözüyle bakılıyordu. Ama Ocean'dan yine bir ses gelmedi. Sonra dün aniden Pitchfork'u Frank Ocean haberleri sarmaya başladı. Ocean beklenen albümünü değil, görsel bir albüm çıkarmıştı Endless adında. Itunes'tan edinebilmek için şansımı denesem de bir türlü ulaşamadım. Yine de internetin derinliklerinde bir yerden şarkılara ulaştım. Bugün de vimeodan tamamını dinlemek ve izlemek mümkün oldu. Ocean'ın sadece 2 albümü olsa da, oldukça fanatik bir kitlesi olduğunu kabul etmek lazım. Hemen internete yayılmış. (Tamamını dinlemek ve izlemek isteyenleri BURAYA alalım.)



Albüm hakkındaki düşüncelerim karışık. İlk izlenimim Ocean'ın albümüne uygun bulmadığı şarkıları buraya topladığı şeklindeydi. Çünkü şarkılar tamamen lo-fi olarak çalınıp söylenmiş. Zaten görsel kısım siyah beyaz olarak çekilmiş ve bir grup insan bir takım işlerle uğraşıyor. Albümün yapım sürecine dair metaforlar olarak değerlendirdim. Yine de albümde çok etkileyici bir yan da var. How to dress well'in o lo-fi tadı var resmen. Hani kendi kendine evde çalmış ve söylemiş gibi. Şarkılar Channel Orange kıvamında hiç değil, özellikle kulağa "Rushes" ve "Slide on me" dışında çarpan bir şarkı da olmuyor. Albüm zaten 1-2 dakikalık şarkılardan oluşuyor genelde ve 18 şarkı var. Şarkıdan ziyade fikirlerden oluşuyor demek lazım. Bunlar güzel fikirler ve Ocean'ın olgunlaştığını düşündürdü bana. Channel Orange zamanı çok garip metaforlar ve hikayelerle dolu şarkılar yazıyordu, bu albümde ise hikayeleri bir kenara bırakıp çağrışımlara geçmiş gibi. Şarkı sözleri çoğu zaman belirli bir anlam ifade ediyor gibi görünmüyor. En azından dinleyici için, Ocean için elbette bambaşka anlamları vardır. Yine de dinleyiciyi ihmal etmeyen hoş bir tınısı var ve bir çeşit proje olmasına rağmen kesinlikle dinlenmeyi hak ediyor. Özellikle görsel kısmında sonundaki Kraftwerk tadındaki bonus kısımlara doyamadığımı belirtmeliyim.

Tabi bu albümü "Boys Don't Cry" olarak çıkarmış olsa, bu kadar iyi yorumlar yazar mıydım emin değilim. Asıl albümü hala beklerken "Endless" oldukça keyifli ve yaratıcı geldi kulağıma. Bugün de aniden kendi sitesinde bambaşka bir şarkıya, mükemmel bir klip yayınladı. Klibi BURADAN izleyebilirsiniz ve şiddetle tavsiye ediyorum. "Nikes" adındaki bu şarkı sanırsam yeni albümden geliyor, ve single olmak için çok da uygun olduğunu düşünmedim. Hala albümün genelinin neye benzeyeceği konusunda hiçbir fikir vermiyor. Klip ise binbir türlü garip ve bolca çıplaklık içeren kareden oluşuyor. Gerçekten Ocean'ın bir süredir bambaşka bir boyutta yaşadığı teorimi onaylıyor gibi.

Benim heyecanım oldukça fazla, 2016 ne kadar berbat bir yıl olsa da, sanırım müzik anlamında çok uzun süredir böyle dolu bir yıl geçirmemiştim.

19 Ağustos 2016 Cuma

Stranger Things ile Seksenler Fetişizmi


Stranger Things aniden internete düştüğünde, ilk başta çok da fazla dikkatimi çekmemişti. Ama gördüğüm bir kaç resim ve okuduğum yorumlar kafamda yavaşça Spielberg tadında, hafif X-Files sosu eklenmiş, M83 kliplerinin görselliğine sahip bir dizi olarak canlanmaya başlamıştı. İzlediğimde ise tam olarak bu dediklerimi buldum. Tabi bundan biraz daha fazlası var.

Öncelikle bu diziyi herkese önermek mümkün değil. Ama komedi, bilimkurgu, korku gibi türlerin dengeli bir sentezini görmek isteyenler en azından ilk bölümlere şans verebilir. Çünkü ilk bölümü severseniz, sonrasında diğer bölümler ardı ardına izleniyor. Ekşisözlükte de herkesin ortak yorumu diziyi 1-2 gece içinde bitirdikleri ve sonrasında keşke daha da olsaydı diye üzüldükleri yönünde.

Stranger Things aslında 80'lerin ortasını seçerek mükemmel bir iş yapıyor. Çünkü dizinin fanatiklerini en mutlu eden şey sanırım o yoğun nostalji hissi olsa gerek. Elbette ufak bir amerikan kasabasında geçiyor, bizim 80'lerimizden oldukça farklı. Ama çocukluğuna E.T., Terminator ya da Back to the Future hatta Alien izlemiş herkes bu dizide çocukluğundan çok şey bulacaktır diye düşünüyorum. Ayrıca görsel değil işitsel olarak da şaşırtıcı derecede isabetli. Genelde John Carpenter'ın müziklerini andıran minimal synthli soundtracki ile kulak dolduruyor. Ama aralara Joy Division, New Order, The Clash gibi efsanevi isimlerin en güzel şarkılarını yedirmeyi de ihmal etmiyor. Duffer kardeşler belli ki çocukluk efsanelerine selam çakmışlar, ve bu projeyi oldukça severek yaratmışlar. Netflix yeşil ışık yakmadan önce 15 ayrı kanalın reddettiği konuşuluyor.

Biraz spoiler ile birlikte içeriğe girecek olursam, dizinin pek çok açıdan klişeleri güzel kullandığını düşünüyorum. Yani dizi o kadar klişe ki, yer yer şaşırdığımı hatırlıyorum, bu klişeyi görmeyeli çok olmuştu diyerek. Klişelerin tekrar orijinal bir hale gelebildiğine tanık oldum. Aslında esas kız, şerif, oğlu kaybolan anne, esas kızın kurban olan iyi kalpli arkadaşı, Freaks And Geeks'ten fırlamış gibi duran geek çocuk grubu, okulun popüler çocuğu, egzantrik bilim öğretmeni gibi tonla klişe karakterin böyle orijinal bir düzenleme ile ortaya serilmesi mükemmel. Ben uzun süredir almadığım, hatta Twilight Zone ve X Files'ın bazı bölümlerinden beri almadığım tadı bu dizide aldım. Özellikle yaratığın ne olduğunu çözmeye çalıştığımız kısımlar ve yaratığın gerçekten dehşet verici bir şekilde ortaya çıkma sahneleri, "öbür taraf" kısımları falan mükemmeldi.

Hikayenin karmaşık ağına bambaşka bir karakter ekleyerek özel güçleri olan çocuk hikayesini bir yaratık hikayesi ile birleştirmeye çalışıyor. 11 çok iyi bir karakter. Klişe elbette, ama ufak Millie Bobby Brown'ın performansı karakteri oldukça derinleştiriyor. Duffer kardeşlerin başarısı biraz buradan geliyor sanırım. Oyuncularından oldukça iyi performanslar alıyor. Diğer başarılı oldukları şey ise gerçekten hepimizin aşina olduğu klişe türleri birbirine eritiyor olması. Şimdi üzerinde deney yapılan süper çocuk hikayesi ile, öbür dünyadan gelen garip Alien-vari bir yaratığı, aynı zamanda çocuğu kaybolan kadının dramı ve şerifin olayı çözmeye çalıştığı polisiye hikayesi ile birleştiğinde 4 dizilik materyali ne kadar cesurca aynı dizi içerisine yerleştirdiklerini görüp şaşırıyorum.

Winona Ryder rengarenk ışıklara doyuruyor izleyiciyi.
Finali aslında beklentilerin birazcık altında kalmış olsa da, toparlamak konusunda oldukça iyiydi. Yaratığın kana gelmesi gibi saçma bir ayrıntıyı zorlayarak yerleştirmiş olsalar da (yani o kadar az kan akıyor olamaz kasabada, en basitinden hastanede ameliyat olan insanlar vs. yok mu?) bunları görmezden gelmek zorunda kalıyoruz. Aynı zorlamayı özellikle bir bölümün sonunda doğru Nancy ile Jonathon'ın durduk yere birbiriyle ormanda kavga etmeye başladığı, Nancy'nin bir ağaç kovuğundan öbür tarafa geçtiği ve orada mahsur kaldığı bölüm sonunda hissetmiştim. Çünkü ne oldu? Diğer bölümün ilk 5 dakikasında tekrar çıkıverdi ve bu sadece izleyiciyi bir sonraki bölüme kadar heyecanlı tutmak için uydurulmuş basit bir oyun oldu o kadar. Tıpkı John Snow'un bir sezon öldürülüp, diğer sezonun başında pat diye diriltilmesi ve bu konunun üstünün hemen örtülmesi gibi bir boşluk duygusu işte.

Ama bölüm sonu güzeldi derken şunu demek istiyorum, 3 farklı ana hikaye grubumuz var. Bir tanesi şerif ve çocuğu kaybolan Joyce'un polisiye takibi/dramı, geek çocuklarımız ve 11'ın gizlenme ve bir yandan arkadaşlarını bulma çabaları, Nancy-Jonaton-Steve aşk üçgeni içerisinde ilerleyen öbür kurtarma timi. Şimdi bu üçü çok sık bir araya gelmiyor ama NJS aşk üçgeni sayesinde yaratık açlıktan saldırıya geçiyor ve onların saçma bubi tuzakları ile hasar almış olarak öbür tarafa kaçıyor. O sıra öbür tarafa geçmiş olan Joyce ve şerif evdeki yaratığın yaralanması ile açığa çıkan izleri takip ederek Will'i bulmaya gidiyorlar, yaratık ise 11'ın adeta katliam yaptığı okul semalarına geldiğinde zaten zayıflamış. Yani döngü tamamlanıyor. Yaratık bir şekilde 11 ile birleşecek ve bu da hikayenin en azından bu kısmının sonu olmuş olacak. İşler o kadar karışmış iken Duffer kardeşlerin sonu böyle güzel toparlayabilmesi şaşırtıcı.

Tabi olan yine canımın için Barbara'ya oldu. Dizinin ölen tek karakteri, belki de en iyi kalpli en esaslı karakteri olan Barb bir şekilde yenilmedi ama sanki içi yaratık pupalarıyla dolduruldu, bilemiyorum. 2. sezona oldukça güzel ipuçları bırakarak bitti. Finaldeki FRP oyununu hatırlayacak olursanız çocuklar tam olarak şöyle diyor: "Ne yani, oyun burada bitti mi? Prensese ne oldu, peki ya şövalye vs.." Duffer kardeşler aslında kendi karakterlerinden bahsediyorlar. Ve sonunda Demogorgan dışında bir ejderha geliyor ortaya. Bunun önümüzdeki sezon karşımıza çıkacak ve öbür taraftan gelecek başka bir varlık olduğu ortada. Zira öbür tarafından tam olarak ne olduğu, yaratığın nereden geldiği (bazıları 11'ın zihninin ürünü olduğunu bile söylüyor.)  hiç açıklanmış değil.

Umarım bu güzel atmosferi bozmadan şöyle bir 2 sezon daha gidersin. Çünkü senin yerine geçebilecek pek bir şey yok sevgili Stranger Things.


Cafe Society ve 2016 Mutsuzluğu

-İnat ettim, Kristen Stewart'dan adam gibi performans çıkarmam lazım.

Cafe Society bir süredir merak etmeyi bıraktığım Woody Allen filmleri serisinin son halkasıydı. Ama bir şekilde kötü bir günü biraz neşelendirmek umudu ile sinemada izlemiş bulundum. Pişman mıyım? Zerre hayır. Ama bir yandan önemsemekte zorlanıyorum. New York aşığı bir adamın, 1930'larda geçen bir çeşit Amerikan "Aşk-ı Memnu" hikayesi çekmesinde şaşılacak bir şey yok. Kristen Stewart oyunculuk yapabilmek için kendini fazlası ile zorlamış ve kendisine göre iyi ama onun tierinde bir oyuncu için kötü bir performans göstermiş. Bunun haricinde film su gibi akıp gidiyor. Filmden sonra arkadaşlarla filmografisine tekrar göz atınca, en çok filmini izlediğim yönetmenin Allen olabileceğini fark ettim. Blue Jasmine bence şahane bir filmdi, son 10 yılda çektiği en iyi filmdi belki de. Midnight In Paris ve Match Point de oldukça iyi filmlerdir. Vicky Cristina Barselona fanatiği olmadığımdan onu biraz dışarıda tutuyorum. Allen 80 yaşına gelmiş olmasının da etkisi ile yaratma dürtüsü hariç pek çok şeyini kaybetti. Love and Death'in komedisi, Manhattan'ın atmosferi ya da Hannah and Her Sisters'ın şiirselliği gibi şeyler yok. O tutku çoktan uçup gitmiş, geriye ilginç hikayeler anlatmayı seven bir amca kalmış sanki. Bunu da defalarca kez yaptığı için artık otomatik bir şekilde zaten ortalama üstü filmler çekebiliyor. O beyin bir şekilde demansiyel sürece girmiyor. Beni en çok şaşırtan şey de bu. David Bowie ve Prince'in ölümü 2016'yı oldukça lanetli bir hale getirmişti. Bir gün Woody'yi kaybedersek, bu kadarını kaldırabilir miyim emin değilim.

2016 demişken, bilmiyorum bu kadar kötü bir yıl daha görecek miyim? Büyük konuşmamak lazım, beterin beteri oluyor ve her yıl bir diğerinden daha kötü gidiyor sanki. Mutsuzluk dozum gittikçe artıyor, gelecek belirsizleşiyor. Yakında tatile çıkacağım ve belki daha neşeli yazılarla geri dönerim. Hayatımın en yorgun ve bitkin dönemlerinden birini geçiriyorum. Öldürmeyen şey güçlendirir derler, ama düşününce bu benim için doğru olduğu kadar, bana eziyet eden güçler için de geçerli görünüyor. Tekrar olumlu ihtimallerin de aklıma geleceği günleri şimdiden özledim.

14 Ağustos 2016 Pazar

Bon Iver Yeni Albümü ile Geliyor: 22, A Million

Oldukça farklı ve otantik bir albüm kapağı ile karşımızda.

Geçenlerde hayatımda dinlediğim en güzel albümlerin bir listesini yapmaya girişmiştim. Yıllar içerisinde pek çok değişiklik olmuş listemde. Olgunlaştıkça gençlik döneminde bayıldığım bazı albümlerin artık bana pek hitap etmediğini fark etmiştim.

Neticede listeye dönüp baktığımda 2010 yılından itibaren listeye girebilen tek albümün Bon Iver - Bon Iver olduğunu görmüştüm. Düşününce çekinmeden tam not verdiğim pek albüm yoktur. (LP olarak tabiki.) Bon Iver'ın pek sevilen For Emma, Forever Ago benim için duygusal, güzel bir 4/5'lik albümdür. Ama Bon Iver, Bon Iver ileride bir "dünyanın en güzel şarkıları" bölümünde kendine yer bulacak "Perth" ile açılarak zaten 1-0 önde başlıyordu. Bu albümde kusur bulmak mümkün değildi bence, en fazla çok duygusal ve kusursuz olması belki eleştirilebilir. En az sevilen şarkılardan biri "Beth/Rest" bence mükemmel bir nostaljiye sahipti. Justin Vernon da albümde en gurur duyduğu şarkının o olduğunu ifade etmişti. Neticede "Holocene", "Calgary" gibi klasikler çoktan kalbimizde eşsiz bir yer kazandı. Albüm ise 2010'ların en iyi albümü olarak benim kişisel listemdeki yeri korumakta.

Tabi aradan neredeyse 5 yıl geçmiş. Ben Ankara'dan zorunlu hizmet için memleketime giderken tanışmıştım Bon Iver, Bon Iver ile. Gerçekten duygusal bir kış geçirmeme yardım etmişti. Aradan 5 yıl geçmiş. Ben biraz daha yaşlanmışım ama o albümü hala sevgiyle dinliyorum. Hatta plağını bile aldım, evdeki koleksiyonumuzun en özel parçalarından biri. Neticede ben Bon Iver'dan yeni bir albüm beklemez olmuştum sanırım. Zirvede bırakmış gibi bir ön hissiyat mı bilmiyorum. James Blake ve Kanye West gibi kankalarıyla ortak şarkı yapıyor olması bana yeterli geliyordu.

Derken facebookta aniden garip bir video belirdi. Garip imgeler, elektronik bir ritm ve her ne hikmetse Bon Iver'ın daha önce yaptığı herhangi bir şeye benzemeyen bir şey vardı karşımda. Yeni albümün yaklaştığı belliydi ve ben heyecanlanmıştım. Zamanla albümün kapağından, şarkı listesine kadar, hatta en yakın arkadaşı müzikolog Treven Hagen'ın yazdığı aşırı duygusal biyografiye kadar pek çok şey ortaya döküldü. (Okumadıysanız tavsiye ediyorum.)

Öncelikle dikkat çeken önceki albümün yağlı boya pastoral tasarımının yerini, oldukça garip illüstrasyonların aldığı, ying yang motifleriyle dolu otantik kapağı oldu. Bon Iver bir şeylerin değiştiğini baştan söylüyor gibiydi. Justin Vernon gibi aşırı yetenekli müzisyenler bir anlamda kendini tekrarlama konusunda takıntılı olabiliyorlar sanırım. Sonuçta adam bugüne kadar zaten sadece 2 albüm yaptı. Sonrasında 2 şarkı yayınladır, tam aşağıda duruyor linkleri. İsimlerini telafuz etmek zor değil, ama muhtemelen olduğu gibi hatırlayamayacağız:


22 (Over Soon) ilk ortaya düşen şarkıydı. Sonra açılış şarkısı olduğu da ortaya çıktı. Bu video albümdekinden farklı bir versiyonu muhtemelen. Ama şarkının beni mutlu ettiğini kabul etmeliyim. Tam olarak kafamdaki bu değil, ama kesinlikle yeni bir şeyler yapmaya çalıştığı ortadaydı. Bir yandan singer/songwriter atmosferini korurken, elektronik bir altyapıya yavaşça geçiş yapmaya çalışıyor gibiydi. Ama Bon Iver hissi (ve saksafonları) aynen duruyordu.


10Deathbreats hemen arkadasından ortaya çıktı ve beni çok daha fazla şaşırttı. Deneysellik derken bu sefer dozun Vernon'dan bahsettiğimin çok üstüne çıktığını düşünüyorum. Hemen aklıma şu soru geldi: Bon Iver'ın Kid A'i bu mu olacak? Şarkı güzel olmasına güzel bence. Ama albümün genelini bilmeden kafamda tam bir yere oturtmadım. Hani önceki albümdeki neredeyse kutsal derecede yoğun atmosferle alakası yok, ama iki albümü birbirine kıyaslama hatasına gidersem hayalkırıklığına uğrayacağım kesin.

Derken albümün garip isimli şarkılarının hepsinin çalındığı, hem de albüm sırayla çalındığı konser kaydı düştü youtube'a (BURADAn ulaşabilirsiniz.) Ben de kalitenin şahane olmamasını göz ardı ederek oturdum dinledim. Bazı şarkıları 2 kere dinledim. Şimdilik albüm hakkında bir yorum yapmak çok doğru olmaz eldeki malzeme ile, ama albümün gerçekten ne Bon Iver'in Kid A olacağı ne de önceki albüm kadar iyi olacağına dair genel bir izlenim edindim. Kanye West ile fazla takılması sonucu autotune dozu biraz artmış, üflemeli çalgılar hala burada, elektronik tınılar artmış ve albümün sonu yine nostaljik güzel slow şarkılara ayrılmış. Yine de beklentilerimi düşürmeye karar verdim. Albümün dinleyicilerini (özellikle Bon Iver hardcore fanlarını) ayrıştıracağı kesin çünkü müzisyen daha 3. albümde, klasik kabul edilen ilk albümüne göre çok çok uzaklara gelmiş durumda.

Albüm çıktığında daha ayrıntılı konuşmak lazım ama "715, Creeks", "33 God" (Kanye West ile söylüyor bunu), şaşırtıcı adıyla "666t" (ters t aslında) favorilerim olacak gibi görünüyor. Vernon yine mini bir depresyon yaşamış, muhtemelen önceki albümde bütün malzemeyi tüketmiş ve küllerinden doğmaya çalışıyor. Ama bunu yaparken neden latin alfabesine düşman kesildiğini anlayan olursa lütfen mesaj atsın!

Tatlı adamsın, sen ayrı dövmelerini ayrı seviyoruz.

12 Ağustos 2016 Cuma

[Dünyanın En Güzel Şarkıları] The Cure - Disintegration

Olimpos sahilinde uzanmaktayım. Bundan tam 10 yıl önce, o zamanlar 19 yaşında, üniversite 1. sınıfta okumakta olan heyecanlı bir genç ben. Bir yandan lisenin karanlık depresyonu yeni yeni üzerimden kalkıyor. Kendime yeni bir hayat kuruyorum, yeni arkadaşlar ve hayaller. O zamanlar geleceğim ile ilgili çok ciddi planlarım yok. Her gün alkol alıyorum ve çoğu zaman sarhoş olarak uyuyorum. Benim için büyük özgürlük.

Ama derinlerde bir üzüntü, aşk acısı ile başa çıkmaya çalışmak, daha doğrusu neredeyse saplantı haline gelen düşüncelerden kurtulmaya çalışmak idi Olimpos. Denize kaç kere girdiğimi hatırlamıyorum. Ama sahilde uzanıp, saatlerce bu şarkıyı dinlerken uyuyakaldığımı hatırlıyorum. Tam olarak kaç kere dinlediğimi bilmiyorum ama muhtemelen birkaç yüz civarındadır.

Şarkı şimdilik burada dursun, isteyen açsın ve öyle devam edelim:



The Cure o zamanlar da, şimdi olduğu gibi, The Smiths ile birlikte en sevdiğim gruplardan biri. Her şarkısına dinlemeye doyamıyorum. Pornography'ye tapıyorum falan. Ama Disintegration tüm zamanların en iyi albümlerinden biri, bunun yanında Disintegration tüm zamanların en iyi şarkılarından biri. İlk 1.5 dakika boyunca Robert Smith şarkıya girmiyor. Şarkı boyunca devam edecek olan melodi önce kendini dinleyiciye alıştırıyor.

Disintegration kalp kırıklıklarının şarkısı. Başarısızlığın, hayatını boka saplamanın, kötü kararlar vermiş olmanın, sevdiklerini kırmanın, insanın içini çürüten kötü duyguların ve daha pek çok şeyin şarkısı. Smith şarkıyı elbette uyuşturucu bağımlılığı ile bütünleştiriyor, onu ve ailesini parçalayan bir güç olarak. Ama bu benim hayatımda gerçekten bir ilişkinin parçalanması ile ilgiliydi. Bir bağın kopması, tam olarak Dis entegre olması ile ilgili coşkulu bir sayıklamaydı. Smith haykırarak söylüyordu şarkıyı. 8 buçuk dakika boyunca adım adım çıtayı yükseltiyordu. Her cümlesinde bir sonraki cümleye atıf yapıyordu.

but i never said i would stay to the end
so i leave you with babies and hoping for frequency
screaming like this in the hope of the secrecy
screaming me over and over and over
i leave you with photographs
pictures of trickery
stains on the carpet and
stains on the scenery
songs about happiness murmured in dreams
when we both us knew
how the ending would be...

Kırık bir kalpten gelen cümlelerin bu kadar melankolik bir melodiyle dile geldiğini çok sık görmüyorum. Aradan 10 yıl geçti dedim, ama bu şarkının üzerimdeki etkisi bir gün bile azalmadı. Hala ilk dinleyişimdeki gibi tüylerim diken diken oluyor. İlk 1.5 dakika boyunca ne kadar basit ama güzel bir melodisi olduğunu düşünüyordum. Smith'in finaldeki "How the end always is..." repliğini duyduğum an kalbime adeta bir bıçak saplanıyor. Şairane bir güzellik bu.


Olimposun sıcağı, bana hiç sıcak gelmedi. Çünkü güneşin altında uzanırken bile, bu şarkının soğuk kalkanı altında üşüyordum. Acı çekiyordum. Ama acı çekmek hiç bu kadar güzel olmamıştı. Kişiliğimin olgunlaşması sürecinde bana en çok katkıda bulunan şarkılardan biridir bu. Beni müziğe aşık eden, saatlerce süren bir filmden daha çok etki edebilen 8 dakikalık bu şarkıyı sanırım ölene kadar hiç sıkılmadan dinlemeye devam edeceğim.