28 Kasım 2016 Pazartesi

Başı Sonu Olmayan Hikaye: Arrival (2016)


En sevdiğim film türünü sorsanız hiç düşünmeden bilimkurgu derim. Diğer yandan düzgün bir örneğini bulmanın en zor olduğu film türü de bilimkurgudur. Ama iyi bir bilimkurgu başka hiçbir şeye de benzemez. İyi bir bilimkurgu bittiğinde günlerce aklımdan çıkmaz, bir arkadaş gibi günlerce benim yanımdadır. İşte bu "iyi bilimkurgu" denilen şeye de yılda bir, bilemedin iki tane rastlarsam öpüp başıma koyarım.

Denis Villeneuve, Kanada'daki bir okul katliamını anlattığı Polytechnique'ten beri takip ettiğim bir yönetmen. Incendies ile ondan beklenmeyen bir çıkışa imza attığında da oradaydım. Ama genel izleyicinin tam karşısında duruyordum, çünkü gereğinden fazla önem atfedilmiş bir filmdi. Özellikle sert ama sulu sonu hikayesini inandırıcılıktan uzağa sürüklüyordu. Ama problem Villeneuve'de değildi elbette. Prisoners geldiğinde ise fırtınalar tekrar koptu. Bu sefer ben iyice kendimi uzaklaşmış hissettim, çünkü gereğinden uzun süresine rağmen başarısız bir polisiye/gerilimdi. Başarısız olduğu kısım yine senaryo ile ilgili problemlerdi gerçi. Villeneuve'ün yönetmenliği filmde en aklımda kalan şey olmuştu. Aynı sene çıkardığı, ve daha az dikkat çeken başka bir filmi, Saramago uyarlaması olan Enemy ise bence gayet güzel bir filmdi. Bu film sayesinde sıradan bir yönetmen olmaktan çıktı gözümde ve iyi bir senaryo bulduğunda döktürebilen bir adam olduğuna ikna oldum. Hemen sonrasında ise geçen senenin en iyi filmlerinden biri Sicario ile geldi. Oyuncularından senaristine kadar herkesin döktürdüğü, uzun yıllardır yapılmış en iyi suç dramasıydı. Sonrasında bir bilimkurgu filmi üzerine çalıştığını okuyunca heyecanlanmaya başlamıştım.

Bu uzun girişi yapma sebebim, yönetmenin bu film için öneminin altına çizmek istemem. Villeneuve asla çok güvendiğim ya da favorilerim arasına koyduğum bir yönetmen değildi. Bu film de bunu tam olarak değiştirmiyor, ama sonunda kendine has bir tarzı olduğunu, artık ismini bir imza gibi kullanabileceğini ispatladı. "Arrival", Nolan'ın "Interstellar"ından beri büyük bütçeli felsefik bilimkurgulara aç kalmış insanları doyurabilecek malzeme sunuyor. Ama aynı kitleyi aynı şekilde ikna edemeyeceği de kesin.


İki filmin birbiri ile sık sık kıyaslandığını göreceksiniz. Nolan'ın karmaşık ve epik filmi ile Villeneuve'ün 40 milyon dolar bütçesi ile mütevazı bir şekilde çektiği film neden kıyaslanır. Benzer bir zamansal karmaşayı ele almalarından dolayı muhtemelen. Nolan'ın filmlerinde son dönem iyice ortaya çıkan temel dert, aynı zaman da son Dark Knight filmini de filmografisinin dibine sürükleyen şey, kendini fazla ciddiye alırken diyalogları ile insanı bunaltan bir kasıntılığa sürüklemesiydi. Interstellar o kadar karmaşık ve karakterle dolu bir bulmacaydı ki, bütün bu yükün altından kusursuz bir şekilde çıkması imkansızdı. Karakterlerin "aşk"la ilgili şiirsel laflar ettiği, zaman kırılmalarının sonsuz bir dramaya malzeme olduğu, bilim kurallarının filmin heyecanı uğruna gevşetildiği garip bir sarmal. Yine de keyifle izleniyordu ve benzeri pek fazla film bulmak da mümkün değildi, sadece görselliği ile bile tekrar tekrar izlenebilecek potansiyele sahipti. Villeneuve ise Ted Chiang'in "The Story Of Your Life" isimli öyküsünden uyarlanmış bir senaryo ile karşımıza çıkıyor. Büyük ve karmaşık bir malzemesi yok, tonlarca karakteri, bambaşka gezegenleri, karadelikleri ya da yıldızlararası yolculuk sahneleri yok. Film boyunca dünyadan hatta belirli bir alandan neredeyse hiç ayrılmıyoruz, ama yine de insanı güzelliği ile çarpıyor.

Interstellar'ın sorunu karmaşası ve kasıntı hissiyatı ise, Arrival'ın başardığı da tam olarak bu. Makul bir sürede, sadece iki ana karakteri (ve 2 uzaylı karakteri) tekrar tekrar karşı karşıya getirirken, bir yerden sonra hoş bir kakafoni halini alan kurgusu ile izleyiciyi pek çok katmanda sürüklüyor. Öncelikle karşınızda bir uzaylı hikayesi var. Dünyanın 12 ayrı noktasına aynı anda inmiş, garip, günde sadece birkaç saat açık kalan, dev siyah yapılar var. İçerisinde ise ahtapot ile fil karışımı, başta ürkütücü ama sonra saygıdeğer gelen uzaylılar. (Onlarla karşılaşana kadar geçen ilk kısım gerçekten heyecandan öldüm.) Ana karakterimiz atom mühendisi, astronot, eski savaş gazisi ya da bilim dehası değil. Tam olarak bir dil bilimci. Evet, ana karakterin dilbilimci olduğu kaç tane film izlediniz bilemiyorum. Bu filmin özelinde, gerçekten ihtiyacımız olan da tam olarak bu karakter.


Villeneuve çok riskli bir karar almış, hatta bir süre bu senaryoyu reddetmiş diye okudum. Ama sonrasında bir şekilde ikna olduğunda, başka birinin elinde saçmasapan bir karmaşaya dönüşebilecek filmi, sade ve duru bir hale getirmiş. Özellikle sona doğru kurgu farklı zamanlar arasında sıçrama yaparken bile asla yolunuzu kaybetmiyorsunuz. Uzaylı hikayesini biraz deştiğimizde, bunun bir "iletişim" hikayesi olduğuna ikna oluyoruz. Uzaylılarla iletişim kurmak demek, diğer insanlarla iletişim kurmak demek. Ama başka bir yaşam formunun, bizimkine hiç benzemeyen döngüsel dilini çözmek o kadar hızlı olmuyor. Yine de mantıklı adımlarla ilerleyen güzeller güzeli Louise Banks (Amy Adams), diğer insanların birbiri ile iletişim yaşarken yaşadığı sıkıntılar karşısında çaresiz kalıyor. Filmin en cheesy mesajının da bu olduğunu söylemek mümkün. "Birbirimizle iletişim kuramıyoruz, yine de aynı gezegenin çatısı altında yaşamak zorundayız." Bir noktada uzaylıların bize öğrettiği evrensel dil, twistte gizli olan bir zaman manipülasyonu değil sadece, iletişim kurmaya ve birbirimizi anlamaya ne kadar ihtiyacımız olduğunun bir göstergesi gibi. Bu bile başlı başına ele alması zor bir konu, çünkü başka bir filmde Shyamalan tadında sabun köpüğü bir saçmalığa da dönüşebilirdi.

Filmin bir başka katmanı ise hikaye anlatımı üzerine. Zamanın döngüselliği yeni bir konu değil. Ama bunu dil üzerinden tekrar ediyor film. Başı ve sonu yoktur hikayelerin diyerek başlıyor, bize bir kadının genç kızının büyüme ve sonra kanserden hayatını kaybetme hikayesini hızlıca özetliyor. (Arkada Max Richter'in ambians başyapıtı "On the Nature of Daylight" eşliğinde.) Bunun hikayenin başı olduğunu düşünüyoruz. Ama film tekrar tekrar flashbacklerle bizi garip ayrıntılara götürüyor. Düzgün bir olay örgüsü beklentimizi kestiğimiz an izleyiciyi kalbinden vuracak adımlar atıyor.

Filmin şu tarihin en klişe sorularından birine cevap aradığını söylebiliriz: "Geleceğini bilseydin, değiştirmek ister miydin?" Bu soruya verilecek pek çok cevap var elbette, ama beni en çok yaralayan şunu fark etmek oldu: Louise öleceğini bile bile çocuğunu doğuruyor, boşanacağını bilerek sevdiği adamla evleniyor, hatta babasının kızının öleceğini öğrendiği andan sonra ona ilgi göstermeyi keseceğini ve onu suçlayacağını bile biliyor. Ama karşı koymuyor. Çünkü tarihin döngüselliği bunu gerektiriyor. Zaman (ve kişisel tarihimiz) düz bir çizgide ilerlemediği sürece, onu değiştirmenin ne anlamı olabilir ki? Tıpkı uzaylıların dili gibi, iki yönlü ilerleyen bir bakış açısı ile aslında olan biteni kabul etmeyi ve buna olgunlukla bakabilmeyi öneriyor film. Şok edici bir olgunluk. En azından beni şok etti.

Nitekim, bu filmi basit bir bilimkurgu ya da ağır bir Asimov romanı gibi hayal etmeyin. Çok başka, ortalarda bir yerde belki. Ama sadece beyin kıvrımlarınıza değil, kalp kapakçıklarınıza da hitap ediyor. Bu açıdan Villeneuve bu minik filmi ile kariyerinin en büyük işini başarıyor. (9/10)


3 yorum:

  1. Simdi cok abartili bir tespitte bulunacagim ama; filmin basinda Max Richter calmaya basladiginda muzikleri Johansson'in yaptigini bildigimden "iste egosuz bir adam" diye dusundum kendi kendime. gercek hayatta eseledigi her boka 'hepsini ben yaptim' mesajini yazmadan is yapmayan insanlarla calistigimdan bu kisim nedense kafama takildi. johansson film genelinde gayet guzel is cikarmis zaten, baslangic icin de kendi bestesi kullanilabilirdi, ancak boyle parcalayici bir baslangica nature of daylight konmasaydi ayni etkide olur muydu bilmiyorum (come back to me). cok ince bir ayrinti ama bunda johansson'in istegi ya da en azindan rizasi oldugunu bilmek su zamanlar unuttugum 'meslektasi taktir etme' erdemini gosterdigi icin benim fazlasiyla hosuma gitti (:

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. johansson bence richter hayranı (hangi ambient müzisyeni değildir ki) ve bu müziği bilerek seçti ama bir ihtimal villeneuve bu sahne için özel bir istekte bulunmuş olabilir. oldukça etkileyici ve önemli bir açılış sahnesi çünkü.

      Sil
  2. Arrival izle 2016 yılının en çok dikkat çeken bilimkurgu filmlerindn birisidir.

    YanıtlaSil