15 Temmuz 2016 Cuma

Viva La Revolucion

Bugüne kadarki blog denemelerim çok uzun soluklu olmadı. Uzun soluklu olanlar ise yıllara yayılan yazıları ile benim için nostaljik anlamlar ifade ediyor şimdi. Ekşisözlük ise bir zamanlar en sık kullandığım sitelerden biri olmasına rağmen, şimdi çok nadiren elimin gittiği bir platform. Yazı yazmak eskisi kadar kolay olmuyor benim için. Daha yorucu ve emek isteyen bir iş gibi görünmeye başladı. Sanırım yaşımın ilerlemesinin en üzücü yanlarından biri bu. İşime başladıktan sonra zamanımın büyük bir çoğunluğunu kendimi mesleki anlamda geliştirecek işlere ayırmaya başladım. Okuduğum kitaplar bile daha çok psikiyatri ile alakalı olmaya başladı. Bu bloğun ilhamı çok değişik bir yerden geliyor olsa da sanırım amacı üzerimdeki bu yükü kaldırmak. Zamanımın ve enerjimin gittikçe azaldığını hissettiğim bu günlerde, bir şeyler anlatmak için çaba harcamadığım ve sadece beni heyecanlandıran şeylerle ilgili bir şeyler yazmak bu durgunluğu yenmenin tek yolu gibi görünüyor.


İlhamıma gelecek olursak, aslında bunun Steam’in yaz indirimi ile başladığını söylemek gerek. Bu sayede adını bile duymadığım bazı oyunlarla birlikte, hep oynamak istediğim ama bir şekilde oynayamadığım oyunların bir kısmını oldukça hesaplı bir şekilde elde etme fırsatı buldum. Bu oyunlar arasında bir tanesi, bundan neredeyse on yıl önce oynamaya çalıştığım ama bir türlü bilgisayarımla uyumlu hale getiremediğim "Grim Fandango". Ben artık çoktan ümidi kestiğim ve diğer oyunlarını çok sevdiğim Lucasarts'ın en iyi olarak kabul gördüğü için kendimi bahtsız kabul ettiğim bir anda, remastered versiyonu karşıma çıktı. Şimdi liseden beri adını Level dergisi sayesinde bol bol duyduğum "Viva la revolucion" repliğinin kaynağına kadar inmiş buluyorum. Bu oyunun güzelliği beni ister istemez, eski güzel günlerdeki düşüncelerimi ve duygularımı paylaşma isteğine götürmüş oldu.

İster istemez aklıma geldi, eskiden oyun oynamak için Ankara'daki bazaarlarda nasıl kopya cd avına çıktığım. Bir yandan cracklenmiş oyunların çalışması için dua ettiğim, çalışmayan oyunları geri götürüp değiştirirken yaşadığım sıkıntılar... Sonra çoğu terkedilmiş ve dağıtımcısı olmayan mükemmel adventure oyunlarını oynadığım günler geldi aklıma. Güzel günlerdi gerçekten, ben bilgisayarımın başında, başka hiçbir kaygım olmadan gençliğimin tadını çıkarıyordum. (Evet, çok yaşlı değilim, ama artık O kadar genç de değilim.) "Beneath a Steel Sky" oynadığım gün dün gibi aklımda, aradan neredeyse 8 yıl geçmiş olmasına rağmen. Ya da "Dreamfall"un bambaşka atmosferine ne demeliyim bilmiyorum.

Aradan geçen yıllar benim sanattan aldığım zevki de oldukça etkiledi. Sanat derken oyunları da bunlar arasına katmak zorundayım. Bir hikaye anlatan, bir deneyim yaşatan, kapsamlı bir esere sanat dememek mümkün değil. Mesela Bioshock ya da Monkey Island gibi oyunlar sanat eserinden başka ne olabilir ki? Müzik bundan 15 yıl önceki güzelliğinde değil, filmler ise inişler çıkışlar içerse de hala heyecan verici olmayı başarıyor. Ama oyunlar sanırım aradan geçen yıllara ve asla en yeni oyunları oynayacak teknolojiye sahip olmamama rağmen güzelliklerini koruyorlar. Bir yerlerde bağımsız sanatçılar, bambaşka oyunlar üretmeye devam ediyor.

Bu blogun bir farkı da, bu sefer gerçekten kimsenin okuyup okumayacağını umursamıyorum. İnsanlara bir şeyi süslü anlatmak gibi bir amacım yok. Sadece kendi düşüncelerim arasında kaybolup gitmek istiyorum. İşte eskiye göre daha iyi başarabildiğim şey bu. Psikanaliz sürecinde olan birinin, düşünceleri arasında kaybolup gitmesi neredeyse rutin bir eylem haline geliyor. O açıdan içim rahat diyebilirim.

Tabi diğer blogları baltalayan temel sebeplerden biri zaman konusundaki kısıtlılığımdı. Bunun üstesinden gelebilmek için başka bir yol izlemeye karar verdim. İlk başlardaki heyecanım beni pek çok yazı yazmaya iter genelde. Bu dolup taşarak boşalan bir küvet gibi geliyor gözümün önüne. Bu sefer iyice dolmasına izin vermem gerekiyor. Bu nedenle bu "günlüğü" özellikle boş zaman bulabileceğim nöbet akşamlarında yazmayı düşünüyorum. Tıpkı bu akşam gibi. 

Pencerenin açık olduğu ve içeri sineklerin doluştuğu bu temmuz akşamı, pek çok nöbet akşamından biri benim için. İleride uzman olup bu hastaneden gittiğimde bu geceleri özleyecek miyim merak ediyorum. Kesinlikle intern olduğum zamanların nöbetlerini özlemiyorum. Ama bu küçük ve çirkin odada aslında pek çok film izledim, pek çok oyun oynadım. Hatta itiraf ediyorum, bir öyküyü bile araya sıkıştırmıştım. O zaman nöbet tutuyorum diye üzülmek neden, bilemiyorum. Sanırım yayları kırılmış eski bir çekyatta uyumaktansa, evimde yatağımda uyumak benim için çok daha paha biçilmez.

Şimdilik bu başlangıcı bir kenara koyalım. Belki Grim Fandango ilerledikçe, yeni düşünceler belirir. Sonuçta ölülerin dünyasında geçen melankolik bir oyun, aslında pek çok korkutuyor beni. Zihnimin haritası da belki yıllar sonra dönüp okuyacağım bu blog olur. O zaman belki her şey daha anlamlı görünür gözüme.

2 yorum: