Bu blogu açtığım günden beri hayatımda o kadar çok şey değişti ki, arada geri dönüp bakmayı ihmal etmiyorum. Burayı hayatımdaki her türlü şeyi ifade edebileceğim bir alan olarak düşünmüştüm. Sonunda bütün yazı mesaimi www.plakdukkani.org 'a yatırmaya başladım. Elbette burada sinema, bilgisayar oyunları ve ıvır zıvır hakkında da yazıyordum. Hala daha bu konuda bir eksiklik hissediyorum. Ama elimde çok az zaman var ve yazı yazmaya ayırabileceğim dakikalar her geçen gün kısalıyor. Tez dönemine girmemle birlikte, sabahtan akşama kadar koşturmak dışında bir şey yapamaz oldum. Sevdiğim arkadaşlarım gidiyor, geleceğim hala oldukça belirsiz ve ben bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Hayatımı bir arada tutmaya çalışıyorum. Üstelik ülkenin durumu her geçen gün belirsizleşirken. Bir ara Almanca öğrenmeye başlamıştım. (sanırım bu arada bir zamanda oldu.) Sonra vazgeçtim, geçen Mondly üyeliğimi bile iptal ettim. Süpervizörüm Londra'ya yerleştiğinden beri aklıma daha mantıklı bir seçenek gelmiyor. Her ne kadar Ankara antlaşması yakında sona eriyor olsa da. (Gerçekten bu İngilizler bu anlaşmayı nasıl kabul etmiş ki?)
Neyse özetle, 2018'e başlarken bir iki satır bir şeyler yazmadan geçmek istemedim. Bu bloga adını veren şahane oyun "beneath a steel sky" ın da adını anmak isterim. O oyunu oynadığım üniversite yıllarındaki boş akşamlarımı ve haftasonlarımı özlüyorum. Öğrenci olmak ne güzel şeydi yahu? Nöbet yok, sabah erken kalkmak yok, dersler dışında sorumluluk yok.
Keşke zamanı geri alabilsem!
Gri Gökyüzünün Altında
17 Ocak 2018 Çarşamba
29 Ocak 2017 Pazar
Neredeyim?
Yaklaşım 1 aydır bloguma bir şeyler yazmadığının farkındayım. Üstelik çok düzenli bir şekilde yazarken aniden, bıçakla kesilir gibi kesildiğinin. İşin aslı burada yaptığım şeyin tıpkı en başta da söylediğim gibi, bir çeşit pratik olduğunu, bana hala hayatta olduğumu hissettiren bir şeyler yapmak olduğunu düşünüyordum. Bu blog darbe girişiminin öncesi güne denk gelen bir talihsizliğe sahip. Bu satırlarda bulmak zor olsa da, aslında bundan sonra her şey tepetaklak gider oldu. Depresyonumu ifade etmek zor, zaten amaç biraz da onlardan kaçmak. Bu satırları internetin koca çöplüğüne bırakırken aslında tarihe bıraktığımı düşünmek saflık olur. Çünkü ben yok olduğumda kimsenin açıp burayı okuyacağını sanmıyorum. Şu an bile buraya sadece tarama botları bakıyordur herhalde.
Aradan geçen zamanda bir müzik sitesinde yazmaya başladım.
https://plakdukkani.org/
Oldukça keyif alır oldum ve buraya harcadığım enerjiyi oraya harcamaya başladım. Başta iki taraflı yürütebilirim gibi gelmişti, ama sonunda bunun olmadığını anladım. İşimin ne kadar çok zamanımı aldığını ve kendime ne kadar az zaman ayırabildiğimi, hepsinden öte enerjimi nasıl korumam gerektiğini öğrenmem gerekti. Malum psikanaliz süreci toplam enerjimi büyük bir kısmını tükettiğinden, aslında ben kalan enerjiyi ekonomik bir şekilde harcamayı öğrendim. Plak dükkanı güzel yazıların olduğu, amatör ruhunu koruyan, iyi müzik dinleyen insanların olduğu bir site. Benzeri sitelerin (örneğin playtusu vs...) çokbilmişliğine, şımarıklığına ve ortamcılığına sahip değil. Plak dükkanı daha düzgün bir çizgide ilerliyor ve daha az okunuyor olsa da, daha çok parçası olmak isteyeceğim bir site.
Bu zaman diliminde ayrıca uzun süredir izlediğim en iyi filmi izledim. American Honey. Gerçekten bu kadar etkileneceğimi düşünmemiştim ama bayıldım. Nefesim kesildi hatta. Bu kadar destansı bir aşk ve kendini bulma öyküsü izlemeyeli çok olmuştu. Her yerini sevdim. İstisnasız. Hatta soundtrack albümü hakkında bir yazı da yazdım:
https://plakdukkani.org/soundtrack/2017/01/27/american-honey-cekme-kaset-tadinda-bir-soundtrack/
Bunun dışında 2-3 hafta önce bu ülkede daha fazla yaşayamayacağıma ikna olarak Almanca öğrenmeye karar verdim. Çılgınca bir karardı ve bir doktor olarak Almanya'ya gitmenin zorluklarının farkındayım ama aklıma başka bir ihtimal gelmiyor. Tekrar baştan USMLE gibi bir sınava hazırlanmayı Almanca öğrenmekten daha zor buluyorum. Hem de Trump gelir gelmez olan bitene bakılırsa, Amerika'ya gitmek o derece mantıklı bir karar gibi görünmüyor. Almanya da iyi değil ama sanırım tüm dünya sağcılaşıyor, ırkçılaşıyor artık. Bunu durdurmanın bir yolu da yok, her şey etki tepki gibi ilerliyor.
Her neyse, inceleme yazılarımı blogumda yazmaya ara vereceğim sanırım. Plak dükkanında sinema yazmıyorum ama yine de içimdeki enerjiyi dışarı atmamı sağlıyor. Üstelik arkadaşlarımla paylaşabiliyor olmam, yazdıklarımı paylaşmak konusundaki çekingenliğimi de aldı.
Aradan geçen zamanda bir müzik sitesinde yazmaya başladım.
https://plakdukkani.org/
Oldukça keyif alır oldum ve buraya harcadığım enerjiyi oraya harcamaya başladım. Başta iki taraflı yürütebilirim gibi gelmişti, ama sonunda bunun olmadığını anladım. İşimin ne kadar çok zamanımı aldığını ve kendime ne kadar az zaman ayırabildiğimi, hepsinden öte enerjimi nasıl korumam gerektiğini öğrenmem gerekti. Malum psikanaliz süreci toplam enerjimi büyük bir kısmını tükettiğinden, aslında ben kalan enerjiyi ekonomik bir şekilde harcamayı öğrendim. Plak dükkanı güzel yazıların olduğu, amatör ruhunu koruyan, iyi müzik dinleyen insanların olduğu bir site. Benzeri sitelerin (örneğin playtusu vs...) çokbilmişliğine, şımarıklığına ve ortamcılığına sahip değil. Plak dükkanı daha düzgün bir çizgide ilerliyor ve daha az okunuyor olsa da, daha çok parçası olmak isteyeceğim bir site.
Bu zaman diliminde ayrıca uzun süredir izlediğim en iyi filmi izledim. American Honey. Gerçekten bu kadar etkileneceğimi düşünmemiştim ama bayıldım. Nefesim kesildi hatta. Bu kadar destansı bir aşk ve kendini bulma öyküsü izlemeyeli çok olmuştu. Her yerini sevdim. İstisnasız. Hatta soundtrack albümü hakkında bir yazı da yazdım:
https://plakdukkani.org/soundtrack/2017/01/27/american-honey-cekme-kaset-tadinda-bir-soundtrack/
Bunun dışında 2-3 hafta önce bu ülkede daha fazla yaşayamayacağıma ikna olarak Almanca öğrenmeye karar verdim. Çılgınca bir karardı ve bir doktor olarak Almanya'ya gitmenin zorluklarının farkındayım ama aklıma başka bir ihtimal gelmiyor. Tekrar baştan USMLE gibi bir sınava hazırlanmayı Almanca öğrenmekten daha zor buluyorum. Hem de Trump gelir gelmez olan bitene bakılırsa, Amerika'ya gitmek o derece mantıklı bir karar gibi görünmüyor. Almanya da iyi değil ama sanırım tüm dünya sağcılaşıyor, ırkçılaşıyor artık. Bunu durdurmanın bir yolu da yok, her şey etki tepki gibi ilerliyor.
Her neyse, inceleme yazılarımı blogumda yazmaya ara vereceğim sanırım. Plak dükkanında sinema yazmıyorum ama yine de içimdeki enerjiyi dışarı atmamı sağlıyor. Üstelik arkadaşlarımla paylaşabiliyor olmam, yazdıklarımı paylaşmak konusundaki çekingenliğimi de aldı.
22 Aralık 2016 Perşembe
Kaytranada'dan Elektronik, Funk ve Rnb Güzellemesi: 99.9%
Öncelikle yılın en tatlı müzik videolarından biri olan Lite Spots'a göz atmanızı öneririm. Bir robotun başrolünde olduğu bu kadar güzel ve tatlı bir şey izlemeyeli çok oldu. (Chappie'yi izlemediğimi belirteyim.)
Kaytranada, bu albümünde oldukça geniş bir spektrumda geziniyor. Açılış şarkısı Track Uno, başlı başına güzel bir IDM eseri. Ama Kaytranada daha çok rnb sularında gezinmeyi seven bir adam. Yılın en iyi albümlerinden biri olan Frank Ocean'ın Blonde'u ile kıyaslamak yersiz olacaktır. Ocean kendini ciddiye alan bir adam, Kaytranada ise müziğinin olabilecek en tatlı hale gelmesi için özel bir çaba sarfediyor. Albümün en güzel şarkılarından biri olan Got It Good (Feat. Craig David) bunun en güzel örneklerinden biri. Dinlemeye doyamayacağınız bir şarkı. Üstelik çoktan unutulmaya yüz tutmuş Craig David'i görmek bile bende nostaljik bir etki yaptı. (En son lisede dinlemiştim herhalde.)
Yaz ayları için ideal bir albümdü muhtemelen, ben ne yazık ki kışın en soğuk günlerinde kendisi ile tanıştım. Together içinizi ısıtacak bir şarkı. Sonrasında gelen Drive Me Crazy ise albümün çeşitliliğinin ürünü olan bir hiphop şarkısı. Finaldeki gitar solosu gerçekten şaşırtıcı.
Weight Off ise güzel bir düzenlemenin ürünü. Davulları çok başarılı buldum. Özellikle dikkatle dinlenildiğinde şaşırtıcı ayrıntılarla dolu. Bu şarkının şaşırtıcı bir yanı da kompozisyondaki denge. 24 yaşında olmasına rağmen bu kadar tecrübeli yaklaşabiliyor olması şaşırtıcı. Kaç tane 20 yaşında müzisyen şimdiden Madonna'nın turnesinde en az 2 konsere ön grup olmayı başardı ki?
Glowed Up ise daha minimalistik sularda yüzen, albümün en iyi şarkılarından biri. Anderson Paak'in vokalleri ile birlikte hafif tembel ritmi iki müzisyenin de tam olmak istedikleri yerde durduğunu düşündürüyor. Son bir buçuk dakikası ise bambaşka bir şarkıya dönüşüyor ve zaten güzel olan şarkı beklenenden çok daha iyi bir şekilde sona eriyor.
Breakdance Lesson N.1 ise albümün en başarılı synthlerinden bir kısmına sahip, acayip bir synth şarkısı. Bu hali ile eski bir Daft Punk albümünde kendine yer bulabilirmiş. Yukarıdaki klipte de dinlediğiniz Lite Spots ise albümde misafir müzisyen olmayan az şarkıdan biri. Aslında Brezilyalı şarkıcı Gal Costa'nın "Pontos de Luz" isimli şarkısının remixlenmiş hali olduğunu düşününce bunun çok da doğru olmadığını düşünüyor insan. Merak uyandıran ise Kaytranada'nın bu şarkıyı nereden arayıp bulmuş olduğu.
Albümde 15 şarkı var. Hemen hemen her şarkının kendi başına iyi olduğunu düşünüyorum. Elbette bir albüm olarak en büyük kusuru da aslında burada. Bütünlüklü bir eserden ziyade, genç bir müzisyenin kendini kanıtlama çabasını dinliyorsunuz. Kendini oldukça da iyi kanıtlıyor aslında. Bu kadar genç yaşta böyle bir DJ'lik yeteneği, bu kadar iyi bir kulak zor bulunur. Kanada'nın en ümit vaadeden elektronik müzik adamlarından biri olacağını söyleyebilirim.
Etiketler:
2016,
album,
albüm,
elektronik,
kaytranada,
müzik
19 Aralık 2016 Pazartesi
Barbarların İstilası, Karanlık ve Ölüm
Böyle yazıları artık daha az yazdığımı fark ediyorum. Sanırım gerçek hayatta bu kadar mutsuzken, buraya da bunu taşımak istemiyorum. Burada sevdiğim şeylerden bahsetmek istiyorum, sanki hala hayatta kalmak için bir sebep varmış gibi. Kendimi kandırıyorum elbette, ama herkes biraz kendini kaldırıyor. Bir ülkede haftada 3 büyük olay olduğunda (2 patlama ve 1 suikast) o ülkede her şey kontrolden çıkmış demektir. O ülke yokuştan aşağı doğru, uçuruma doğru sürükleniyor demektir. Ben böyle düşünürdüm yani, Türkiye stabil bir ülke iken ve haberlerde bambaşka ülkelerin bu haberlerini gördüğümde. Şu an Moritanya, Nijer ya da aklınıza gelebilecek herhangi bir geri kalmış ülkeyle nasıl bir farkımız var? Ülkenin diğer yüzde 50'si mü tutuyor hala bu ülkeyi ayakta?
Alışmak da istemiyor insan, tam olarak da alışamıyor zaten. Bir miktar alışabiliyor. Gerçekten bütün bir toplumum aklını kaçırmasını izliyor gibiyim. Gerçekliğini kabul etmekte zorlanıyorum. Hitler öncesi Alman toplumunu anlamakta hep zorlanmışımdır. Haneke'nin Das Wiesse Band filmi bu konuda zihnimi açmıştı mesela. Toplumun yozlaşmışlığı üzerine düşünmüştüm oldukça. Türk toplumunun şu halini daha az yozlaşmış görmüyorum. En ahlakçı geçinenlerin en pis şeyleri yaptığı, tacizin ve tecavüzün sıradanlaştığı, modern köleliğin sorgulanmadığı, insan hayatının hiçbir değere sahip olmadığı fikrinin herkes tarafından kabul edildiği ve kitlelerin kendilerine ezberletilen cümleleri tekrarlayıp durduğu bir toplum. FETÖ, Kılıçdaroğlu, Cehape, Batı'nın oyunları, CIA vb... kelimelerin bolca kullanıldığı, beyinsiz bir toplum. Beyinsiz diyorum çünkü gerçekten insanların beyinlerini ve sorgulama kapasitelerini bir takım yayın organlarına ya da üst mercilere bıraktığı, böylece düşünmek için enerji harcamak zorunda kalmayacakları bir toplum bu. İnsanların kendini kullandırmak, sömürtmekten gocunmadığı, olan biteni görmek bir yana sadece kötülüklere alet olduğu bir toplum. Buna halk bile demek istemiyorum, çünkü Türkiye artık kendini bir halk olarak görebilecek durumda değil. Elbette bu bir süredir başımızda olan ve ahlaksızlığı, insanların en karanlık arzu organlarını gıdıklayarak kural haline getiren insanların bunda payı büyük.
Rus büyükelçisi öldürüldü, hem de ne kadar doğru olduğunu bilemediğimiz ama sadece öfke pompalayan haberlerin etkisi ile beyni yanmış bir adam tarafından. Polis olduğu söylenen bir adam tarafından. IŞID binlerce insanı öldürdü, TAK yüzlerce insanı öldürdü, FETÖ de öyle. Birini ya da öbürü suçlamak ve diğerine içten içe hak vermekten, sadece kendi işimize gelen ölümlere üzülecek bir ruh hallini benimsedik. Bir Rus'un ölümü diğerlerinden daha önemli değil elbette, en azından masum insanlar söz konusu olduğunda. Ama ülkeyi daha derin bir batağa sürükleyeceği ve muhtemelen geleceğimizi karartacağı kesin.
Bir gün iş işten geçtiğinde, bütün huzurlu günlerimizi unutacağız ve travmalar ardı arkasına gelecek. Tarih elbette olan biteni temize geçtiğinde, gelecek nesiller gerçekte ne olmuş bunu görecek. Ama biz çoktan ölmüş olacağız ve ne kadar vatansever, zeki, dahi, çalışkan olduğumuzun bir önemi olmayacak çünkü söz konusu ölüm içgüdüsü olduğunda, zekanın hiçbir önemi kalmıyor. Ölüm bir çoban ile bir profesörü beraber alıyor. Üzülüyorum çünkü bazen bu olan biteni görmeden, tüm dünyaya ve yaşadığım ülkeye inancım yok olmadan önce ölmüş olmayı diliyorum. En azından mutlu olabilirdim, insanlara dair bir umuda sahip olarak ölebilirdim. Ama sadece insanların iğrenç varlıklar olduğunu ve bir tür yok olmamızın diğer canlılar için hiç de fena olmayacağını düşünerek öleceğim.
Hiçbir zaman anlamayacağım, bir insanın başka bir insanı, doğduğu topraklar, inandığı kutsal varlıklar ya da para için öldürmeyi nasıl başardığını. Hala anlayamıyorum zaten. Dünya olduğu gibi fazlası ile zor ve acı dolu. Biz ise sadece daha korkunç hale getiriyoruz. Barbarların istilası başladı ve bunu durdurmak için topluca ölmek dışında yapabileceğimiz bir şey gelmiyor aklıma.
Alışmak da istemiyor insan, tam olarak da alışamıyor zaten. Bir miktar alışabiliyor. Gerçekten bütün bir toplumum aklını kaçırmasını izliyor gibiyim. Gerçekliğini kabul etmekte zorlanıyorum. Hitler öncesi Alman toplumunu anlamakta hep zorlanmışımdır. Haneke'nin Das Wiesse Band filmi bu konuda zihnimi açmıştı mesela. Toplumun yozlaşmışlığı üzerine düşünmüştüm oldukça. Türk toplumunun şu halini daha az yozlaşmış görmüyorum. En ahlakçı geçinenlerin en pis şeyleri yaptığı, tacizin ve tecavüzün sıradanlaştığı, modern köleliğin sorgulanmadığı, insan hayatının hiçbir değere sahip olmadığı fikrinin herkes tarafından kabul edildiği ve kitlelerin kendilerine ezberletilen cümleleri tekrarlayıp durduğu bir toplum. FETÖ, Kılıçdaroğlu, Cehape, Batı'nın oyunları, CIA vb... kelimelerin bolca kullanıldığı, beyinsiz bir toplum. Beyinsiz diyorum çünkü gerçekten insanların beyinlerini ve sorgulama kapasitelerini bir takım yayın organlarına ya da üst mercilere bıraktığı, böylece düşünmek için enerji harcamak zorunda kalmayacakları bir toplum bu. İnsanların kendini kullandırmak, sömürtmekten gocunmadığı, olan biteni görmek bir yana sadece kötülüklere alet olduğu bir toplum. Buna halk bile demek istemiyorum, çünkü Türkiye artık kendini bir halk olarak görebilecek durumda değil. Elbette bu bir süredir başımızda olan ve ahlaksızlığı, insanların en karanlık arzu organlarını gıdıklayarak kural haline getiren insanların bunda payı büyük.
Rus büyükelçisi öldürüldü, hem de ne kadar doğru olduğunu bilemediğimiz ama sadece öfke pompalayan haberlerin etkisi ile beyni yanmış bir adam tarafından. Polis olduğu söylenen bir adam tarafından. IŞID binlerce insanı öldürdü, TAK yüzlerce insanı öldürdü, FETÖ de öyle. Birini ya da öbürü suçlamak ve diğerine içten içe hak vermekten, sadece kendi işimize gelen ölümlere üzülecek bir ruh hallini benimsedik. Bir Rus'un ölümü diğerlerinden daha önemli değil elbette, en azından masum insanlar söz konusu olduğunda. Ama ülkeyi daha derin bir batağa sürükleyeceği ve muhtemelen geleceğimizi karartacağı kesin.
Bir gün iş işten geçtiğinde, bütün huzurlu günlerimizi unutacağız ve travmalar ardı arkasına gelecek. Tarih elbette olan biteni temize geçtiğinde, gelecek nesiller gerçekte ne olmuş bunu görecek. Ama biz çoktan ölmüş olacağız ve ne kadar vatansever, zeki, dahi, çalışkan olduğumuzun bir önemi olmayacak çünkü söz konusu ölüm içgüdüsü olduğunda, zekanın hiçbir önemi kalmıyor. Ölüm bir çoban ile bir profesörü beraber alıyor. Üzülüyorum çünkü bazen bu olan biteni görmeden, tüm dünyaya ve yaşadığım ülkeye inancım yok olmadan önce ölmüş olmayı diliyorum. En azından mutlu olabilirdim, insanlara dair bir umuda sahip olarak ölebilirdim. Ama sadece insanların iğrenç varlıklar olduğunu ve bir tür yok olmamızın diğer canlılar için hiç de fena olmayacağını düşünerek öleceğim.
Hiçbir zaman anlamayacağım, bir insanın başka bir insanı, doğduğu topraklar, inandığı kutsal varlıklar ya da para için öldürmeyi nasıl başardığını. Hala anlayamıyorum zaten. Dünya olduğu gibi fazlası ile zor ve acı dolu. Biz ise sadece daha korkunç hale getiriyoruz. Barbarların istilası başladı ve bunu durdurmak için topluca ölmek dışında yapabileceğimiz bir şey gelmiyor aklıma.
18 Aralık 2016 Pazar
Kanye West - The Life of Pablo (2016)
Bu albüm hakkında bir şeyler yazmak için çok geç kaldığımı biliyorum. Nedense bir şekilde geriden takip ediyorum bu sene güzel albümleri. 2016 müzik açısından ne kadar aşmış bir yıl olduysa, hayatım açısından da o kadar kötü bir yıl oldu. Çoğu zaman müzikten zevk alacak birkaç adet dopamin molekülü bulabildiğime şaşırıyorum.
Kanye West tüm albümlerini istisnasız dinlediğim az müzisyenden biridir. Hip hop benim için en itici müzik türü iken (ki aslında bu metaldi ve öyle kalacak gibi görünüyor.) Kanye daha önce kimsenin yapamadığını yapmış ve College Dropout ile beni "ritimle konuşan adamlar" önyargısından kurtarmıştı. Hiphop, pop müziğin herhangi bir alt başlığı gibi inanılmaz düzenlemelere, hikayelere, melodilere sahip olabiliyordu. Kanye'nin ilk 3 albümü oldukça kusursuz işlerdir. Bazıları Graduation'ı pek sevmez ama ben en iyi albümlerinden biri olduğunu düşünüyorum. Üstelik kısmi hayalkırıklığı yaratan 808s&Heartbreak'in popsu atmosferine bir hazırlık da teşkil ediyordu. Tabi sonrasından tüm zamanların en iyi albümlerinden biri olarak rahatlıkla kabul edilebilecek My Beautiful Dark Twisted Fantasy geldiği için bu aralar artık şikayet edecek kimse bulamazsınız. Sonrasında gelen Yeezus ise bir nevi geri adım gibiydi, ama tamamen bambaşka bir müzik türüne dönmüştü Kanye. Bu açıdan geriye dönüp tüm kariyerine baktığımda, birbirinden farklı şeyler denemeyi alışkanlık haline getirmiş cesur bir adam görüyorum. Kanye'nin müziği gerçekten mutfaktan oluşuyor. Mükemmel düzenlemelerin adamı ve kulağı o kadar iyi ki ölümcül bir melodiyi onun kadar iyi yakalayabilen çok fazla rapçi görmedim. Neredeyse varolan bütün müzik türleri arasında özgürce gezindi, hep kendini ve özel hayatını anlattı. Bunaltıcı derecede narsisist olmasına rağmen asla sıkıcı hale gelmedi. Eksik yanlarını kapatmak için yarattığı grandiyöz kendilikle yeri gelince dalga geçmesini de bildi.
Life of Pablo'nun bunların üstüne, benim tarafımdan bu kadar geç dinlenmesinin sebebi, hem 2016'nın berbat bir yıl olması, hem de albüm hakkında kötü yorumlar okumuş olmam. Pitchfork bir şekilde 9.0 vermişti ama onların Kanye'yi nikahlarına alacak kadar sevdiklerini bildiğimden pek objektif bir puanlama olmadığını düşünüyordum. Yıl sonu listelerinde klibini izleyip, sonrasında bağımlısı olduğum "Fade" olmasa, bu albümü kim bilir ne zaman dinleyecektim. Şimdi söyleyebilirim ki, iyi ki dinlemişim. Yılın en güzel albümlerinden birini az daha kaçırıyordum.
Tek tek şarkıları anlatmak gibi bir işe girişmeyeceğim. Pablo'nun hangi pablolar olduğu ile ilgili klasik cümleler kurmayacağım. Ekşisözlükte bunu benden daha iyi yapan insanlar olmuş, ben de onları ilgi ile okudum. Yine de birkaç bir şey söylemek istiyorum.
Kanye sanırım bu albümde bugüne kadarki en kusurlu prodüksiyonunu ortaya çıkarmış, ama bir şekilde bu asla batmıyor. Aşırı maksimalist kusursuzluğunu bir kenara bırakması bile güzel. Ortaya tek tek şarkılarını severek dinleyeceğiniz bir albüm çıkmış, bir konsept albüm yerine. Açılış şarkısı "Ultralight Beam" gerçekten güzel bir şarkı mesela, gospel havasına sahip oldukça "feel good" şarkısı. Kanye hayatının ne kadar yolunda gittiğini çok tatlı bir şekilde ifade etmiş. (Pitchfork'un yılın şarkısı ödülü elbette abartı.) Sonrasında gelen Father Strech My Hands Pt. 1 ve Pt. 2 nostaljik sözleriyle oldukça dokunaklı, müzikal anlamda da şahane eserler. Özellikle Pt. 2'nin birden 90'lar latin popuna göz kırpan ritmi şaşırtıcı. Tekrar dinlenebilirliği oldukça yüksek. Auto-tune kötüye kullanımı da burada daha mantıklı düzeye inmiş görünüyor.
Famous ise bence kesinlikle klasik bir pop şarkısı değil. Elbette kendine MBDTF'de de yer bulabilirmiş. Rihanna elbette bu şarkıda adeta bir görev adamı gibi vokalini teslim etmiş. Zaten o olmadan bir Kanye albümü olabilir mi emin değilim. Özellikle Nina Simone coverı yaptığı kısım epey iyi. Yıl sonu listemde olacağını düşündüğüm bir şarkı. Çünkü gerçekten zıt duygular arasında geçiş yapıyor. Kanye'nin bu albümü çoğu zaman epey thug-life tadında giderken, inanılmaz tatlı bir havaya bürünüyor. Oğlu Saint doğduğundan beri böyle bir ruh halinde sanırım.
Feedback'in endüstriyel sample'ı, Lowback'in nostaljisi, I Love Kanye'nin komedisi, Waves'in tekrar düzenlenmekten bir hal olduğu haberleri (ve Chris Brown'ın beğenilmeyen vokalleri) falan derken albüm geçip gidiyor. Highlights ve Freestyle 4 ise erken erişim oyunları gibi, daha çok üzerinde uğraşılması gerekirken yarım bırakılmış şarkılar gibi duyuluyor. Neyse ben daha çok bayıldığım kısma odaklanacağım.
Albümün FML ile başlayan birkaç şarkısı epey epey epey iyi. Standart pop bir Kanye albümü dinlediğimi düşünürken kendimi oldukça dokunaklı bir atmosfer içinde buldum. Sanırım benim eskiden beri sevdiğim Kanye West, hep bu hüzünlü noktalara dokunan adam. Never Let Me Down, Homecoming ya da Through the Wire'ı yapan adam. FML tüyler ürpertici bir opera gibi ilerlerken modunuzun yavaşça huzurlu ortamdan uzaklaşıyor ve West'in dev kendiliğinin içinde gizlediği kırılgan kısımlara girmeye başlıyorsunuz. The Weeknd'i de hiç sevmem ama bu şarkıda olmuş. Mükemmel bir şarkı ama daha da iyisi pek yakında duruyor (Wolves). Real Friends aynı moodu devam ettiren ağır bir şarkı. Tabi şarkının adının da epey dışa vurduğu gibi, "Gerçek dost mu, o da ne?" modunda ağladığı bir şarkı olmasına rağmen Silent Hill müziklerinden sample'lanmış gibi bir his veriyor. Sonrasında da albümün en güzel şarkısı olduğuna sonunda ikna olduğum Wolves geliyor.
Wolves'u şimdiden yıl sonu listemde güzel bir yerde görebiliyorum. Hatta az önce yukarıda saydığım hüzünlü Kanye klasikleri arasına koyuyorum. Auto-tune bile zerre rahatsız etmiyor beni. Huzuru bulmuş Kanye West'in bile yaşadığı kaybetmek korkusu bu kadar iyi anlatılamazdı. Kavinsky'nin Nightcall'u ile aynı kurt seslerini sample'ladığı (ve autotuneladığı) için ayrıca şaşkınlık yaşadım. Arada Sia da giriyor ve yine Rihanna gibi, konuk sanatçı olarak görevini yerine getiriyor. Ama tabi Kanye'nin konuklarına seçtiği yerler her zamanki gibi oldukça isabetli. Wolves ilk dinleyişte pek hakkını verebileceğiniz bir şarkı olmayabilir, ama biraz içinizde büyümesini bekleyin. Frank Ocean bu şarkının outro'su da sayılabilecek olan 38 saniyelik bir Frank's Track söylüyor. Evet, adı bu. Adam yerin hazır demiş gibi.
Fade veya No More Parties in L.A. gibi süper şarkıları yazmak bile istemiyorum, zira onlar çoktan internet aleminde fazlası ile toz kaldırdılar. Ben sadece bunu yakalamak için çok geç kaldım. Kanye West yılın en iyi albümünü yapmamış, ama en "yeniden dinlenebilir"ini yapmış olabilir. Bu açıdan diğer albümleri için de geçerli olan bu durum, bütün egoizmine rağmen nasıl da işinin hakkını verdiğini gösteriyor. Kanye yapsın, biz daha uzun yıllar dinleyelim. Kardashian ve çocuklarla mutlu bir ömür diliyorum kendisine.
Etiketler:
2016,
album,
albüm,
kanye west,
life of pablo,
müzik
17 Aralık 2016 Cumartesi
Hearthstone Güncesi: Gadgetzan Legendary'lerine Ayrıntılı Bir Bakış Pt. 4
Kazakus
Bu kartı ne kadar övsem azdır. Blizzard'ın dehasının ürünü olan bu kartın ne gibi artıları olduğunu anlatayım. Öncelikle sadece 4 manada kullanılabiliyor. Bu da onu Brann Bronzebeard için mükemmel bir arkadaş haline getiriyor. Genelde önceli el Brann'i yaşatmaya çalışıyorum ve bir adet 5 manalık bir adet de 10 manalık büyü yapıyorum. Çoğu zamanda removal yerine geçebilecek "deal x damage to all minions, ressurrect x minions" kombosu yapmaya çalışıyorum. Kazakus'u kullanabilmek için deckinizde her karttan bir adet bulundurmak zorundasınız. Bu nedenle mage olarak oynayacaksanız mesela Flamestrike veya Blizzard gibi büyülere denk gelme ihtimaliniz azalacak. Bu açıdan size inanılmaz bir kaynak sağlıyor. Tabi büyüyü ihtiyacınıza göre kendiniz üretebilirsiniz. Warlock iseniz demon summon edebilir, Priest'seniz minionlarınızın sağlık seviyesini arttırabilirsiniz. Sanırım Kazakus'un zayıf olduğu tek class Rogue, çünkü Beneath the Ground büyüsü sayesinde deckinize 3 adet Nerubian kartı sokuyor. Bu sayede Reno Jackson'ı da bu kart ile birlikte etkisiz hale getiriyor. Ama bunun dışında sizi zor anlarda düzlüğe çıkaracak dev bir kart. (5/5)
Sergeant Sally
İlk bakışta çok matah görünmeyen bu kart, aslında eşi benzeri olmayan bir removal olarak işlev görüyor. Hele Warlock iseniz sınırlı sayıda removal büyüsüne ulaşım imkanınız olduğundan, bu karta Power Overwhelming vererek rakibinizin bütün minionlarını kolayca temizleyebilirsiniz. Tabi güzelliği diğer Warlock kartları gibi kendi minionlarınıza zarar vermiyor olmasında. 3-4 manalık bir Flamestrike gözüyle de bakabilirsiniz. (3.5/5)
Shaku, the Collector
Shaku, son zamanlarda popüler olmaya devam eden Burgle rogue için üretilmiş bir kart. Bu deck dışında ne kadar faydalı olacağı konusunda şüpheliyim. Stealth özelliği size en azından 1 kart sağlayacağını garanti ediyor. Diğer yandan statlarının biraz düşük olduğunu düşünüyorum. Muhtemelen yerde 1 el kalacak bu kart, elbette uygun deckte israf olmayacaktır ama bu expension'ın zayıf legendary'lerinden biri olacak. (2.5/5)
Geriye yalnızca 3 legendary kaldı. Onları da serinin son bölümüne kaldılar.
Not: Bu yazı yazılırken Kanye West'in dinlemekte çok geç kaldığım ve eleştirmenlerin olumsuz yorumlarına rağmen başarılı bulduğum "Life of Pablo" albümünü dinliyordum.
Etiketler:
2016,
hearthstone,
hearthstone güncesi,
oyun,
pc game
14 Aralık 2016 Çarşamba
Hearthstone Güncesi: Gadgetzan Legendary'lerine Ayrıntılı Bir Bakış Pt. 3
Bölüm 1 için buraya tıklayın.
Bölüm 2 için burayı tıklayın.
Son günlerde gerçekten "Kazakus secret freeze mage deck"'imle 17-13 rank arasını ele geçirmiş Jade Druid'lerle boğuşmaktan oyundan zevk alamaz oldum. Metanın tekrar dengeye gelmesi belli ki biraz vakit alacak, bu süre zarfında olabildiğince az oynamayı düşünüyorum. Nerflenmesi gereken kartların başında 1 manalık druid secret'ı geliyor. Oyunun sonuna doğru kendi kendinin 3'er kopyasını çıkarması ile birlikte çin seddi gibi golemleri önünüze döşüyor.
Neyse legendary incelemesine kaldığımız yerden devam edelim.
6 manalık bir minion için oldukça düşük statlarına rağmen madam goya gerçekten işe yarayabilir mi? Kullanışlı olabileceği birkaç durum aklıma geliyor. Bunlardan ilk özellikle Kazakus ya da Reno Jackson gibi anahtar kartları tekrar dolaşıma sokabilecek olması. Bu açıdan kendi kendine Entomb yapma kartı olarak da görülebilir. Bunun dışında 6 manada kullanılması durumunda deck'inizden Ysera, Y'Shaarj ya da Malygos gibi bir kartı yere koyabilir ki bu otomatik olarak oyunu kazandığınız anlamına geliyor. Ama yüzde 90 durumda bu kadar şanslı olmayacağınızı söyleyebilirim. Bu da Madam Goya'yı tasarımı en güzel ama bir yandan en rastlantısal kartlardan biri haline getiriyor. Belki statlarını biraz daha yüksek tutsalardı daha tercih edilir olurdu. (3/5)
Bu expansion'ın en orijinal kartı karşınızda duruyor. Bir çeşit misdirection jeneratoru gibi işleyen Mayor'un farkı kendi minionlarınıza vuramıyor oluşunuz. (Animasyonu sadece görsel amaçla bu mümkünmüş gibi gösteriyor.) Mayor rakibinizin size saldırmaya korkacak hale getirebilir. Yerde 3 veya üzeri minionınız varsa bu daha da tedirgin edici. 10 manalık bir Pyroblast'ı size atmaya çalışırken yerdeki 1/1'lik miniona harcama ihtimali de, elindeki 5'lik Arcanite Reaper'ı size vurmaya çalışırken 7'lik bir miniona kafa göz dalmak zorunda kalmaları ihtimali de yüksek. Bu açıdan faydalı gibi görünse de yukarıda 9 mana olduğunu gören herkes bir şekilde bu kartın sadece eğlence amaçlı kullanılması gerektiğine ve aklı olanın deck'ine koymayacağına ikna oluyordur. Mayor eğlenceli bir kart ama tempo kaybınız o kadar büyük olacak ki sonrasında toparlamanız zor. (2.5/5)
Blizzard gerçekten mi? Bu kartı mı bize reva gördün. Pirate serisinden oldum olası hoşlanmadım. Bu kart da doğru bir kombo ile oldukça işe yarayabiliyor. Oyunun başında kullanmanız durumunda yerde 1/1lik bir tempo kazancınız oluyor. Diğer yandan bu kartı Rogue olarak kopyalamazsanız bir böcek gibi ezilip gideceği de ortada. Pirate Warrior ya da Rogue değilseniz kullanmanız sadece kart israfı olacaktır. Blizzcon'da süper bir kartmış gibi tanıtılması aklıma geliyor da, hala anlayamıyorum. (2.5/5)
İşte Priest'in hakettiği muhteşem kart. Bu kart o kadar güzel ki, yere indiği andan itibaren tempo avantajı sonsuza kadar size geçmiş demektir. Tıpkı Justicar Trueheart gibi bu etkiyi ortadan kaldırmanın tek yolu Dirty Rat gibi bir şey kullanıp battlecry etkisini by-pass etmek. Yoksa hele Justicar da atılmışsa, bedavadan 4 health hele de Auchenai Soulpriest ile bedavadan 4 hasar vurmak da mümkün. Hele shadow forma geçerseniz ortalığı dağıtırsınız. Üstelik 5 manaya 5/5'lik statıyla bile yerde önemli bir yer kaplıyor. Priest decklerinin vazgeçilmezi olacağı kesin. Şu an en çok aradığım legendary oldu bile. (5/5)
Dipnot: Bu yazının yazımı sırasında M.I.A. - Borders ve Kanye West - Fade dinlenmiştir.
Bölüm 2 için burayı tıklayın.
Son günlerde gerçekten "Kazakus secret freeze mage deck"'imle 17-13 rank arasını ele geçirmiş Jade Druid'lerle boğuşmaktan oyundan zevk alamaz oldum. Metanın tekrar dengeye gelmesi belli ki biraz vakit alacak, bu süre zarfında olabildiğince az oynamayı düşünüyorum. Nerflenmesi gereken kartların başında 1 manalık druid secret'ı geliyor. Oyunun sonuna doğru kendi kendinin 3'er kopyasını çıkarması ile birlikte çin seddi gibi golemleri önünüze döşüyor.
Neyse legendary incelemesine kaldığımız yerden devam edelim.
Madam Goya
6 manalık bir minion için oldukça düşük statlarına rağmen madam goya gerçekten işe yarayabilir mi? Kullanışlı olabileceği birkaç durum aklıma geliyor. Bunlardan ilk özellikle Kazakus ya da Reno Jackson gibi anahtar kartları tekrar dolaşıma sokabilecek olması. Bu açıdan kendi kendine Entomb yapma kartı olarak da görülebilir. Bunun dışında 6 manada kullanılması durumunda deck'inizden Ysera, Y'Shaarj ya da Malygos gibi bir kartı yere koyabilir ki bu otomatik olarak oyunu kazandığınız anlamına geliyor. Ama yüzde 90 durumda bu kadar şanslı olmayacağınızı söyleyebilirim. Bu da Madam Goya'yı tasarımı en güzel ama bir yandan en rastlantısal kartlardan biri haline getiriyor. Belki statlarını biraz daha yüksek tutsalardı daha tercih edilir olurdu. (3/5)
Mayor Noggenfogger
Patches the Pirate
Blizzard gerçekten mi? Bu kartı mı bize reva gördün. Pirate serisinden oldum olası hoşlanmadım. Bu kart da doğru bir kombo ile oldukça işe yarayabiliyor. Oyunun başında kullanmanız durumunda yerde 1/1lik bir tempo kazancınız oluyor. Diğer yandan bu kartı Rogue olarak kopyalamazsanız bir böcek gibi ezilip gideceği de ortada. Pirate Warrior ya da Rogue değilseniz kullanmanız sadece kart israfı olacaktır. Blizzcon'da süper bir kartmış gibi tanıtılması aklıma geliyor da, hala anlayamıyorum. (2.5/5)
Raza the Chained
İşte Priest'in hakettiği muhteşem kart. Bu kart o kadar güzel ki, yere indiği andan itibaren tempo avantajı sonsuza kadar size geçmiş demektir. Tıpkı Justicar Trueheart gibi bu etkiyi ortadan kaldırmanın tek yolu Dirty Rat gibi bir şey kullanıp battlecry etkisini by-pass etmek. Yoksa hele Justicar da atılmışsa, bedavadan 4 health hele de Auchenai Soulpriest ile bedavadan 4 hasar vurmak da mümkün. Hele shadow forma geçerseniz ortalığı dağıtırsınız. Üstelik 5 manaya 5/5'lik statıyla bile yerde önemli bir yer kaplıyor. Priest decklerinin vazgeçilmezi olacağı kesin. Şu an en çok aradığım legendary oldu bile. (5/5)
Dipnot: Bu yazının yazımı sırasında M.I.A. - Borders ve Kanye West - Fade dinlenmiştir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)